Kayseri Mustafa Germirli İmam Hatip Lisesi’nden 1998-1999 döneminde mezun oldum. “8 yıllık kesintisiz eğitimin” başladığı, imam hatiplerin orta kısmının kapatıldığı, yeni katsayı hesabıyla

imam hatiplilerin üniversiteye girişte fersah fersah geriye itildiği ilk dönem… Bu yüzden, önemli bir adam değilim ama, önemseyeceğiniz bir yerden seslendiğimi düşünüyorum. Hikayeyi baştan anlatayım.

Henüz çocuğum. Okula filan gitmiyorum. Ailesi Belçika’da yaşayan, dayımın oğlu Mustafa Ağabey bizim evde kalıyor. Yakışıklı, esprili, zeki bir genç adam. Filmlere meraklı; sürekli video kaset kiralıyor; birlikte izliyoruz. “Van Dam filmleri”, “Terminatör’de oynayan adamın” filmleri, Karete Kid, korku filmleri (bana izlettirmiyorlardı), ara ara Kemal Sunal… Bilgisayar oyunlarına da düşkün; zaman zaman arkadaşlarından “ateri” alıp getiriyor eve. Fakat, annem ve babamdan duyduğum üzere, derslerini de hiç aksatmıyor, çalışkan. Hem bizimkiler, hem dedemgiller, hem de diğer tanıdıklar çok seviyorlar onu; akrabayız, evet ama, “terbiyeli çocuk” dediklerini de duyuyorum sık sık. “İşte benim kahramanım” diyorum, “Büyüyünce ben de onun gibi olacağım.”

Mustafa Ağabeyim “tabi ki” imam hatipte okuyor. “Tabi ki”den kasıt, onun yukarıda saydığım vasıflarıyla imam hatipliliğini bağdaştırmam değildir; bizim ailede herkesin umudu, duasıdır imam hatipte okumak, imam hatipte okuyan birine velilik etmek. Daha ilkokula başlamamışken bile çocuk “Şu ilkokul bir an evvel bitse de imam hatibe yazılsam” der durur. İmam hatip bitince de hedef “ilahiyat okumaktır.” Tamam, öbür okullar da güzeldir ama ilahiyat bir başkadır. Zaten, yıllar sonra öğreneceğim, bizim memleketten, Eyim Köyü’nden iki elin parmakları adedince bile üniversite mezunu çıkmamış bugüne kadar; üniversite mezunlarının da biri avukat, kalan hepsi ilahiyatçı.

İlkokula başladım. İkinci sınıfa giderkendi galiba, Mustafa Ağabeyim imam hatibi bitirdi, sıkıntılı bir sınava hazırlık dönemi geçirdi, üniversite kazanamadı, hemen evlendi (kayınpederi de imam hatipli, ilahiyatçıydı) ve Belçika’ya döndü.

İlkokul beşinci sınıfa giderken, okulun ilk günlerinde öğretmenimiz Tülay Batbay, “Kimler ortaokula gidecek?” diye sordu. Malum, o dönem önlükler siyah, zorunlu eğitim 5 yıl. İlkokul bitince erkeklerin “okumada yüzü olmayanları” sanayiye gönderiliyorlar, bir meslek öğrensinler diye; kızların ise kahir ekseriyeti evde, bir meslek öğrensinler diye. Öğretmenimizin sorusu üzerine sınıfın neredeyse tamamı parmak kaldırdı. Parmak kaldırmayan birkaç kişiden biri de bendim. Cenab-ı Allah’ın lütfu, derslerim iyi olmuştur hep; parmak kaldırmadığımı görünce öğretmenimiz de arkadaşlarım da şaşırdılar, “Neden?” dediler. Bir çırpıda cevapladım: “Ben imam hatibe gideceğim.” Bunu söyleyince birkaç arkadaşım da imam hatibe gideceğini söyledi, öğretmenimiz onun da ortaokulu olduğunu filan hatırlattı ama bendeki algı buydu işte: İmam hatip başka şey, ortaokul başka…

İmam hatibe yazıldım. O sırada teyzemlerin ve amcamların çocukları, Zekeriya ve Mahmut Ağabeylerim de imam hatipte, benden birkaç sınıf üsttelerdi. Tevafuk, onlar da yakışıklı, esprili ve zekiydiler. Hele Zekeriya Ağabeyim müthiş top oynardı; Allah biliyor ya, kendisi de imam hatipli, ilahiyatçı olan babası, rahmetli Lütfü Amcam mani olmasaydı birinci lig seviyesinde bir takımda top koşturabilirdi. Ayrıca o yıllarda Türkiye’de bir “Kartal İmam Hatip” fırtınası esiyordu. Okulun mezunları üniversite sınavında derece üstüne derece yapıyorlardı; “birincilerin okuluydu” adeta. Bizim Mustafa Germirli’deki ağabeyler de çok iyilerdi. Tıp, mühendislik, hukuk, ilahiyat, eğitim fakültesi… türlü yerleri kazanıyorlardı. Bu manada onlara hayrandım ama en çok, tıpkı Mustafa Ağabeyim gibi, tıpkı Zekeriya ve Mahmut Ağabeylerim gibi, onlardaki o “terbiyeli çocuk” hali bana bir şeyler anlatıyordu.

Liseye geçtim, Zekeriya ve Mahmut Ağabeylerim üniversiteyi kazandılar, Refah Partisi önce belediye seçimlerinden, sonra da genel seçimlerden zaferle çıktı. Rahmetli Erbakan Hoca maaşlara yüzde 50 zam yapmış, herkes mutlu.

Lise gençliği, malum, zaptedilemez; bağıra çağıra konuşmalar, vurdulu kırdılı el şakaları, anlamsız yere koridorda koşmacalar… Fıtraten mazur görülebilir ama maalesef bunları huy edinen arkadaşlarımız vardı; dersleri zayıf, devamsızlıkları sınırda. Varsa yoksa haha-hihi. Bazen Mustafa Ağabeyimi düşünürdüm, “bizden önce bu sıralarda oturan ve gıpta ettiğim o adamların döneminde de böyle ‘haylazlar’ var mıdır?” diye. Kendi kendime “Yoktur, yoktur” diyordum, öğretmenlerimiz de bizden öncekilerin bizden kat kat daha terbiyeli olduklarını söyleyip dururlardı.

Derken, gördüğüm, duyduğum bir şey oldu fakat mahiyetini tam kavrayamadım. Okulu bitirmeme 1 sene kalmış, “İmam hatipler kapanacak” dediler, “henüz okuyan öğrenciler de üniversite sınavında çok mağdur olacakmış.” Koştuk, müdür yardımcılarından birine durumu sorduk. “Öyle bir şey yok” dedi, “Olsa da sizi etkilemez: Hiçbir yasa geçmişe şamil değildir.” (Tabiri aynen buydu. Konumuzla ilgisi yok ama, bu klişenin doğru olmadığını bilmenizi isterim: 1-İdare hukukunda, aksi belirtilmedikçe, yasalar geçmişe şamildir, 2-Ceza hukukunda, yasa şüphelinin, sanığın ya da hükümlünün lehine ise geçmişe şamildir…)

Kimimiz müdür yardımcısının bu sözüne itibar etti, okulda kaldı. Kimimiz ne olur ne olmaz diye, son sene “açık liseye” kaydını aldırdı. Haliyle, yasa geçmişe teşmil edildi; puanımız kesilecekti. Üniversite okumayı kafaya koymuştum, diğer arkadaşlarım gibi ben de puanım kesilmesin diye “açık liseye” geçiş yapmayı düşündüm, fakat buranın üniversiteye girişte puan kesilmesi anlamında imam hatipten hiçbir farkı yoktu; vazgeçtim.

O sene lise sonda 100’den fazla arkadaşım vardı. İmam hatiplerin 4 yıl olan lise kısmı 3 yıla indirilince sınava girmek için daha 1 senesi olduğunu düşünen onlarca arkadaşım da bir anda sınavla başbaşa kaldılar, hazırlıksız yakalandılar yani. Hülasa 200’den fazla mezun vardı; bunların en az yarısı hatrı sayılır bir fakülteyi kazanabilecek durumdaydı. Puanlar kesildi; ben dahil, sadece 4 kişi üniversiteye gidebildi.

Üniversite yıllarım ne maddi ne de manevi anlamda parlak geçti. 4 senelik okulu 6 senede ancak bitirebildim. Manevi anlamda ise, Konya gibi bir şehirde, oranın havasından istifade edememenin pişmanlığı hala içimdedir.

Her zaman olduğu gibi yıllar geçti. Mezunu olduğum hukuk bölümüyle ilgili bir iş yapmıyordum. Bir gün elime imam hatiplilerin çıkardığı bir dergi geçti. Tevafuk, dergiyi çıkaran o imam hatipliler de yakışıklı, esprili ve zekiydiler. Gittim onlarla tanıştım. Onlarla arkadaş olup, bu vesileyle üniversitedeki kayıp yıllarımı telafi edebilme derdine düştüm. Kendimi az çok biliyorsam, az çok mesafe aldığımı söyleyebilirim.

Tabi bu arada imam hatipli arkadaşlarımla da görüşüyordum. Kimisi yüksekokulu bitirip lisans eğitimine dikey geçiş yapmış, kimisi KPSS ile memur olmuş, kimisi de ata mesleği üzere çiftçilikle, esnaflıkla meşguldü. Ben kendimi ne maddi ne de manevi anlamda bir evi idare edebilecek seviyede görürken, lise yıllarının o “haylaz” öğrencileri evlenip çoluğa çocuğa karışmışlardı bile. Dersleri iyi olup puan kesintisi yüzünden mağdur olan da, en “tembel” arkadaşım da hayatın ortasında, bütün tevekkülleriyle duruyorlardı öylece.

Nihayet, imam hatipli bir kadınla evlendim (kayınpederim de bir imam hatip lisesinde müdür.) Halihazırda iş arkadaşlarımın önemli bir bölümü imam hatipli. Zaman zaman durup düşünüyorum; “imam hatiplilik benim için nedir?” diye.

Muhterem öğretmenlerimizin “imam hatiplilik öyle bir şeydir ki…” diye başlayan sayısız konuşmalarını dinledik hepimiz; fakat sebep bu değil, gerçekten bu değil; çocuğuz, bu söylenenler ne kadar tesir edebilir ki bize? Mustafa Ağabeyimi, diğer ağabeylerimi, arkadaşlarımı, beni çekip çeviren şey, dinlediğimiz bu konuşmalar olamaz sadece. Her gün o atmosfere girmenin de bir anlamı olmalı. Her gün Kur’an-ı Kerim’e dokunmak, gözlerimizle o mübarek harfleri takip etmek, Hadis-i Şerifleri dinlemek, Siyer-i Nebi’yi adeta ezberlemek, Ümmetin Yıldızları’nın hayatlarına tanıklık etmek… sürekli, sürekli, ama sürekli… Herhalde, herhalde budur bizi ayırt eden; Allah biliyor ya, farkında olsak da olmasak da bir bereket havuzunun içindeymişiz.

İmam hatipli veya değil, genç-yaşlı, erkek-kadın… hepimiz bu çağda adı modernizm olan şeytan çarkında öğütülüyoruz. Azıcık kafamız karışsa, Allah esirgesin, menşeini unutup rızk endişesine düşeceğiz. Azıcık ayağımız kaysa, Allah esirgesin, “filanca rezil herifte var da benim gibi düzgün bir insanda neden yok” diye isyan edeceğiz. Azıcık karanlık görsek, Allah esirgesin, ümidimizi yavaş yavaş yitirip dünyaya inanmaya başlayacağız. Kimimiz az, kimimiz çok hasarla geçiyor bu imtihandan. Fakat imam hatipliler, mesela Mustafa Ağabeyim, mesela Mahmut ve Zekeriya Ağabeylerim, çarçabuk hesaplaşmalarını yapıp mutedil, mütevekkil hayatlarına döndüler. Hayatımın her anında karşılaştığım hemen her imam hatipli böyleydi. O içinde yüzdüğümüzü fark etmediğimiz bereket havuzundan üzerimizde kalan nem dahi yol boyunca bize ışık tuttu, hayatımıza müspet manada yön verdi, Cenab-ı Allah’a sonsuz şükürler olsun.

Girişte “son imam hatiplilerden” olduğumu bilhassa belirttim; çünkü -çağın da getirdikleriyle- en çok “yozlaşmış” imam hatiplilerdik belki. Öğretmenlerimiz bunu sık sık hatırlatıyordu, bizden önceki efsanevi imam hatiplilere bakarak da anlıyorduk. Ama işte, o bereket öylesine büyük, öylesine büyüktü ki, biz “en kötü” imam hatiplileri bile kuşattı.

Tamam, matematik önemli, tamam, üniversite okumak da öyle… Fakat okulun en tembel, en haylaz öğrencisini dahi biiznillah çekip çevirecek, hayatta ona destek olacak, yön verecek bir bereketse eğer “eğitimden” beklediğimiz, imam hatiplere gereken özeni göstermeliyiz.

(Not: Yazıyı okuyup, “Başka okullardan çıkanlar düzgün adam olmuyor mu şimdi!”, “İmam hatipli olmayıp da imam hatipli olan herkesten daha iyi insanlar tanıyorum” ya da “Kimsin sen!” diyecekleri, 70 yaşındayken beden eğitimi dersimize giren Kur’an-ı Kerim öğretmeni merhum Fahri Kılıç’ın ruhuna bir Fatiha okumaya davet ediyorum.)