90’lı yıllardı. Henüz 20 yaşında bir gençtim. Memleketime, milletime, ümmetime ve tüm insanlığa dair hayallerim vardı.

Yeryüzünün çürümüş tüm zulüm ve sömürü sistemlerini bir bir yürürlükten kaldırıp, yerine gürbüz bir merhamet ve paylaşım çağı inşa etmek gibi küresel ölçekte ideallerim vardı.

Seksenler ve doksanlar Türkiye’sinin bana hep siyah beyaz bir film gibi gelen netameli zor yıllarında çilesi olan bir gençtim. Eritre’den Moro’ya, Filistin’den Keşmir’e dertlerim ve davalarım vardı.

Şuur altımdaki tüm sınırları kaldırmış bir evrensel gezgindim. Bırakın bir Müslümanı; dini, dili, mezhebi, coğrafyası ne olursa olsun, Doğu’da ya da Batı’da adı insan olan bir mazlumun ayağına diken batsa benim canım yanar, içim acırdı.

Biraz Mehmet Akif, biraz da Muhammed İkbal’dim. Pakistan benimdi, Çin benimdi, Hindistan benimdi. Müslüman’dım ben bütün cihan benimdi. Bir yeryüzü elçisiydim. Dünya bana dar, ben dünyaya birkaç gömlek büyüktüm. Çünkü inanmış, mütevekkil ve de adanmıştım…

İnandığımı yaşamak gibi bir derdim vardı kulağıma fısıldanmış. 16 ya da 17’li yaşlarımda babam elimden tutmuş Nizip’imizin sevilen imamlarından, kitapçı muhterem Talip hocamıza götürüp “Hocam Ali’ye bir şeyler söyle!” demişti. Kulağıma eğilen cennet mekân Talip hocam: “Neye inanıyorsan onu yaşa” diye fısıldamıştı. Oysa ne kadar zordu inandığını yaşamak hele de yaşatmak…

Siyasete atıldığımda henüz 13 yaşındaydım. Nizip’te babamın ilçe teşkilatına üye olduğu Refah Partisi’nin sıvaları dökülmüş, sobayla ısınan fakir teşkilat binasında demlenen çayları tepside teşkilat üyelerine dağıtarak adım atmıştım siyasete. Hayatımda o yıllarda aldığım hazzı hiç bir dönemde alamadım.

Çok büyük bedeller ödeyerek ulaştık hayal ettiğimiz menzillere. Üniversite önlerinde ötelenip, örselenerek. İnanan, sıradan bir Anadolu Müslümanı olmanın dahi sürgün adresi ya Arabistan ya da İran’dı. Burası İran mı? “Burası Suudi Arabistan mı kardeşim?” 80 ve 90’lı yılların bir “Mürteci” genci olarak zor ve meşakkatliydi yaşadıklarımız. O zor yılların ötekisiydik.

Nitekim, bir gece evimizi geç saatlerde polisler bastı. Babam Nizip’te esnaflık yapan ve inandığını yaşamaya gayret eden tertemiz bir Anadolu Müslümanıydı. Evimizi arayan komiser babama; “İrancı mısın amca?” diye sordu. Babam; “Ne İran’ı gördüm ne de Humeyni’yi tanırım. Ben sadece Müslümanım” dedi. “Biz de Müslümanız” diye ekledi babama küçümseyerek bakan komiser.

O küçümseme mimiği zihnimden hiç silinmedi. Babamı ve birkaç arkadaşını daha o gece alıp götürdüler ve sabaha kadar karakolda ağırladılar. O gerilimli geceden geriye kalan tek tebessüm ise annemin babamı değil  “Acaba keserler mi ki?” diye dert edinip durduğu babamın sakalını daha çok önemseyişiydi. Annem sabaha kadar “Acaba babanın sakalını keserler mi oğlum?” diye per perişan söylenip durdu…

Zor yılların siyah beyaz gençleriydik vesselam…

Gençlerimizin yüreklerinde bir çile inşa etmeliyiz. Önlerine bir ideal ve heyecan koymalıyız. Bir derdi olmalı gençlerimizin…

Gençlerimiz hayallerini hiçbir şeyle sınırlamamalı. Düşünce ufuklarını alabildiğine geniş tutup, yeryüzüne yaymalılar. Bilinçaltlarındaki coğrafyalara ilişkin tüm sınırları kaldırmalılar. Sınır fobileri yenmeliler. Her bir gencimiz kendini bir yeryüzü elçisi gibi görmeli.

Gençler olarak tüm önyargılarımızdan arınmalıyız. Kendimize evrensel misyonlar yüklemeliyiz. Öyle ki, yeryüzü küçülmeli, daralmalı düşünce ufuklarımızda. Güçlü değerleri olan muhkem kişiliklere sahip olmalıyız. Mütevekkil, entelektüel, adanmış, sarsılmaz ve satın alınamaz.  Hayattan korkan değil, meydan okuyan.

Bunların hepsi inanmaktan geçiyor. İnanıyorsak varız ve güçlüyüz…