Söyleyecek söz bulamadığın zamanlar oluyor senin de değil mi kâri? Oluyordur muhakkak. Ve bence şimdi de tam öyle bir zaman ve dünya artık yaşamaktan çok ölmek için var gibi. Zira her yanımız ölüm ve her yanımız zulüm şimdi. Ve biz bütün bunlara şahit olmakla bile bence dünyada cehennemi yaşıyor gibi oluyoruz. Allah aşkına nasıl dayanabilir ki bir insan yüreği, babası şehit edilmiş bir çocuğun babasının tabutu başında ağlayışını görünce? Ya da bir başka çocuğun şehit ağabeyinin cenazesinde ve ayağında yırtık ayakkabılarla öylece beklediğine şahit olurken nasıl dayanabilir? Ya da belki Halep’te annelerinin kucağında ve onlarla beraber şehit edilirken daha yaşamayı dahi öğrenmemiş ufacık bebekler insan nasıl yaşar? Artık gönlüm daralıyor benim kâri. İçim sıkılıyor, canım acıyor. Öyle bir hüzün çöküyor ki konuşmaya, söylemeye ve hatta dinlemeye bile takatim yetmiyor. Bunca ihanet, bunca melanet ve bunca şeref ve haysiyetten yoksun, insanlığın lağımı düşman neden bizim başımızda? Neden müslüman coğrafyalarda ölüm bunca sıradan? Zihnimde hep böyle sorular… Ve cevapları da var lakin söylemek ağır geliyor.

Nedeni belli, biliyoruz. Ve biz yine de o düşmana benziyor, onun gibi görünüyor ve onun yanında olmak istiyoruz. Yere batsın onların uygarlığı, onların teknolojisi, onların gelişmiş bilmem neleri yere batsın. Hiç bir teknolojilerinin, bilmem kaç milyonluk dedikleri hiç bir aletlerinin Halepli bir çocuğun başından akan bir damla kan kadar, şehit edilmiş bir yiğidin ufacık evladının gözündeki yaş kadar kıymeti yok gözümde ve asla da olmayacak. Dünyada mazlumlara kan kusturmaktan başka, insanları vatanlarından etmekten, çocukları öldürmekten başka ne işe yaradı ki onların uygarlığı? Mazlum bir çocuğun tek saç teli kadar dahi kıymetleri yok nazarımda…

Ufacık çocuklar paramparça ediliyor, iblisler bebeklere işkence ediyorlar. Beş yaşındaki çocuklar kâri, daha küçücük çocuklar yaralanıyorlar ve uyuşturulmadan ameliyat ediliyorlar, acılarını dindirmek için Kur’an okuyorlar ve yıkılmıyor dünya. Yanmıyor, kıyamet kopmuyor, başımıza çökmüyor. İsrafil hâlâ sûru üflemiyor. Ve biz utanmıyoruz. Peki biz nasıl duruyoruz? Nasıl susuyor, nasıl yaşıyor ve çocuklarımızın başını nasıl okşuyoruz?

“Ey ümmetin erkekleri kardeşlerimiz ölüyor, çocuklarımız ölüyor. Ve bunların hepsi burnumuzun dibinde oluyor” diye haykırıyor genç bir kızcağız. Ey ümmetin erkekleri, analarınız, bacılarınız kardeşleriniz öldürülüyor, namuslarına ilişilmesin diye küçücük kız çocukları kendi canlarına kıyıyor. Kardeşleriniz kendilerinden evvel eşlerini öldürmek zorunda bırakılıyor. Bacılarınız katledilmiş çocuklarının cansız bedenlerinin önünde kirletiliyor. Ve biz bir şey yapamıyoruz. Cevap veremiyor muyuz? Ellerinden tutamıyor muyuz? Gücümüz bu kadarına yetiyor ve sesimiz bu kadar çıkıyor. Zira biz yine yalnızız. Onca müslüman devlet nerede hani? Altından tuvaletler yaptıranlar, paraları ısınmak için yakanlar, arabalarından koleksiyon yapan şeyhler, emirler, bilmem kimler? Allah hepsinin hesabını sorsun inşallah sizden. O küçücük çocukların yüzlerine bulaşan toz kadar kıymetiniz yok. Namuslu onurlu duran o Halepli kadınların tırnağındaki kir bile değilsiniz.

Bir tek biz kaldık kâri. O çocuklar için gözyaşı döken, içi yanan, sinesi daralan ve sesi çıkan bir tek biz kaldık yine. Ve yine öyle olacağız. Neden mi? Şundan ki bizim itikadımızca zulme susan dilsiz şeytandır madem işte onun için susmayacağız. Öldürülen çocuklar için susmayacağız, evladını toprağa gömen analar için, kolu kanadı kırık gibi evsiz barksız kalan babalar için susmayacağız. Ve yine bir biz kaldık zalime karşı durmaya çalışan, mazlumun imdadına koşan yine bizi ama yalnızız.

Onların sesini duyan, hiç değilse onlar için ağlayan bir tek biziz. Ama yeter mi diye soruyorsan şayet, yetmez ve yetmeyecek. Ve bize bir gün elbet sorulacak “neredeydiniz?” diye. Zira şöyle diyordu o Halepli kız, belki de tertemiz gitmek için Rabbinin karşısına kendi canına kıymadan bir kaç dakika evvel;

“Ey ümmetin erkekleri! Neredesiniz?..”