Bismillahirrahmanirrahim.

Birazdan, kalbimden dilime, oradan kaleme dökülecek sözlerim bu gazete sahifesindeki ilk kelimelerim olacak. O kelimeler ki, ekranlardan her gün üzerimize, yüzümüze sıçrayan kan denizinin içinde öylesine ağırlar. Keşke bu ilk kelimeler içinde bulunduğumuz hazan mevsiminin güzelliklerinden bahsederek vücuda gelselerdi. Fakat ne tarih ne içinde bulunduğumuz coğrafya ne de sorumluluklarımız iki asırdır buna izin verdi. İbn Sinalar, Biruniler, Harezmîler güçlü ordularımızın, büyük devletlerimizin rahminde doğdular. Bugün yoksalar suçlu biz değiliz. Küfrü ve zulmü hizaya sokan devletimiz parçalandığı, her bir parçasından küçük diktatörlükler fışkırdığı günden bu yana kolumuz kırık, Feyruz’un nameleri kadar hüzünlüyüz.

Tunus’ta başlayıp, Mısır’a oradan Libya’ya uzanan devrimler Suriye’ye sıçradığında kendi halkına her türlü eziyeti reva gören bir dikta rejiminin yok olacağına dair ümitlenmiştik. Muhalifler devrimin ikinci yılında işkenceyi babasından miras alan Esed’i Şam’daki karargâhına sıkıştırmış; Deyr Zor’dan İdlib’e, Halep’ten Dera’ya kadar neredeyse tüm ülke özgürleştirilmişti. Sahada ne Rusya vardı, ne ABD ne İran. Ne Batı’dan iddia edildiği gibi gelen silahlar vardı muhaliflerin elinde, ne de yabancı savaşçılar. Ne olduysa bundan sonra oldu.

Yemen’den Lübnan’a kadar pençelerini coğrafyamıza geçirmiş, Safevi Devleti rüyaları gören İran, Şam’daki emir kulunun düşmesine izin veremezdi. Lübnan’dan getirdiği paralı askerlerini boca etti Halep’in sokaklarına. ABD ve Batı, beslemeleri olan Siyonist varlığın dibinde özgürlüğüne sevdalı, Filistin’i dert edinen bir yönetimi görmek istemedi. Hünerlerini esir pazarında gösteren PKK’yı keşfettiler. Rusya için Akdeniz’deki varlığı, Tartus’taki üsleri vaz geçilmezdi. Bir şehri değil, bir ülkeyi dümdüz edebilirdi. Çeçenistan’dan, Afganistan’dan tecrübeliydi. Dümdüz etti. Sadece insanlığı, kentleri değil, 21. asrın ulaştığı değer diye pazarlanan her bir kelimeyi.

Yine de kıramadılar altı milyonu hicrette, bir milyonu kara toprakta yatan Suriye halkının iradesini. Sonra sömürgeciler her daim kendilerine hizmette kusur etmeyen şeyi sürdüler sahaya: Bağnazlık ve kör cehalet. Kavramlarımızın ve ümitlerimizin üzerine bir karabasan gibi çöken DAEŞ, tüm kazanımlarımızı aldı ve efendilerine geri verdi.

Şimdi cesetlerden yükselen, milyonlarca insanın bedenleriyle inşa ettiği devrim İdlib’in sokaklarına hapsolmuş durumda. Düşmanlarımızın yıkamadığı devrimi kendi ellerimizle biz yıktık. Cehaletimiz, disiplinsizliğimiz, siyaset bilmezliğimiz, taassuplarımız el ele verdi.

Bir çıkış yolu var mı hâlâ? Tahran’da evladını yitirmenin telaşıyla koşturan, uzun boylu güzel huylu bir adam ateşkes diye sesleniyor, vicdanları pas tutmuş dünyaya. Mehmetçiğin sayesinde bombaların düşmediği, namusların payimal olmadığı tek yer Cerablus, Afrin, Azez ve El-Bab kaldı. İdlib’deki muhalifler, “Mehmetçik gelsin, halkımızı korusun, silah bırakıyor Türkiye’nin elini masada güçlendiriyoruz” derler mi? Her gün evlatlarının kokusunu soluklarında taşıyan İdlib halkına bunu vadederler mi?