Ali İzzet Bey, kumanda merkezindeki koltuğuna oturdu. Diğer kumandanlar da onun hemen yanındaki koltuklara oturdular. “Abdullah” dedi Ali İzzet Bey, “Karargâhtaki tüm askerlere namaz için avluda toplanmalarını söyle. Vakit geldi, hepsiyle helalleşelim.”

Çıkan kısmın özeti: Irakdiyar’dan Abdülmalik Bey de, Kumandan’ın emir eri yetim Yusuf’un refakatinde Karargah’a gelmişti. Ali İzzet Bey’in başkanlığında, kumandanlar Musa ve Muhammed Beylerin de hazır bulunduğu tarihi şura başlamak üzereydi.

Ali İzzet Bey’in odasındaki bu tarihi şuranın bir benzeri, bundan 13 yıl önce Şehir’in fethinden evvel “Gümüşün Kızı” olarak bilinen Kutlu Topraklar’da yapılmıştı. Makamı Cennet olsun, bir dönem memleketim Yeşilkent’i de ziyaret eden İmam Ruhi Efendi de o toplantıya katılmıştı. Ben daha küçüktüm, tam hatırlamıyorum, ama rahmetli babam şuranın sonunda Kumandan Ali İzzet Bey’in Diyar halkına hitap ettiği o meşhur konuşmayı anlata anlata bitiremezdi.

“Olduğunuz gibi kalın. Dininizi, milliyetinizi, geleneklerinizi koruyun. Kimliğinizi kaybetmenin bedeli köleliktir, ezilmektir. Bize saldıranlar, Hazreti İsa’nın bütün sözlerini çiğnemişlerdir. Irza tecavüz, masumları katletmek hiçbir dine sığmaz. Onlar cani ve sadece canidir. Bunu aklınızdan çıkarmayın.

“Asla nefrete nefretle cevap vermeyin. Diyar için nefret çıkmaz sokaktır. Nefret sadece bizim ruhlarımızı zedelemiyor, Diyar’ın özünü de zedeliyor. “Kibirli olmayın, kendini beğenmişlik etmeyin. Size ait olmayan şeyleri almayın, güçsüzlere yardım edin ve ahlak kaidelerine uyun. Unutmayın ki ebedi iktidar yoktur. Her iktidar geçicidir ve herkes, er veya geç, önce milletin ve nihayet Allah’ın önüne hesap verecektir.

“Dilerim hülyamız hakikate döner.

“Ailelerinize ve bilhassa çocuklarınıza en samimi selamlarımı iletin lütfen. Allah’a emanet olun.”

Onu dinleyen yüz binlerce kişinin hep bir ağızdan “Aleyna aleyküm selam!” dediğini söylerdi babam.

O şuranın ardından kumandanlar aldıkları talimatlarla birlikte görev bölgelerine geri döndüler. İçeride neler konuşulduğu da fetihten sonra anlaşıldı. Kumandan Musa Bey, fetih harekâtı sırasında (ki, bu harekât yıllar sonra ‘Feth-i Sânî’ diye anılmaya başlandı) muhtemel bir tacize anında müdahale için -aynı zamanda hemşehrisi olan- Binbaşı Abdullah Hasan önderliğindeki 20 askerle birlikte şimal-i şarka hareket etti. Düşman’ın içerisindeki muhalif anasırı dikkat ve hassasiyetle takip eden bu “küçük kıta”, orduyu o muhitten gelecek tehlikelerden uzak tuttu. Benzer şekilde, İmam Ruhi Efendi de, cenub-u şarkta mevcut muhtariyetlerin himayesi için bu mahalle gitti. Farklı şehirlerde günaşırı verdiği nutuklarla ve yörenin ileri gelenleriyle yaptığı istişarelerle muhtemel isyan hareketlerine göz kulak oldu. Abdülmalik Bey’in vazifesi de Irakdiyar’daki kulis faaliyetleriyle ‘Feth-i Sânî’ye manevi destek sağlamaktı. Son asrın en kuvvetli hatiplerinden olan Abdülmalik Bey, 10 gün gibi kısa bir zamanda her biri binlerce kişinin iştirakiyle gerçekleştirilen 3 büyük nümayiş tertip etmeyi başardı.

Üç netameli mahal böylece nezaret altında alındıktan sonra Ali İzzet Bey kumandasındaki harekât başladı. Kutlu Topraklar’a yerleştirilen toplarla Şehir’in Son Kale’sine yaklaşık 10 bin gül yağdırıldı. Düşmanı hiç beklemediği yerinden yakalayan bu taarruz umulandan daha kısa sürdü: 11 Temmuz sabahı başlayan harekât, 16 Temmuz’da sona erdi; Son Kale, 5 günde düştü.

Ben Mülazım-ı Evvel Fatih ağabeyimle (ki, asker olmadığım için kendisine “ağabey” diye hitap etmemi isterdi) bu eski günleri yâd ederken, odanın kapısı açıldı. Kumandanlar teker teker odadan çıktılar. Dünyanın dört gözle neticesini beklediği hayati toplantı sona ermişti.

Ali İzzet Bey, kumanda merkezindeki koltuğuna oturdu. Diğer kumandanlar da onun hemen yanındaki koltuklara oturdular.

-Abdullah, dedi Ali İzzet Bey, Karargâhtaki tüm askerlere namaz için avluda toplanmalarını söyle. Vakit geldi, hepsiyle helalleşelim.

***

Ömrümün en muhteşem sabahını yaşıyordum. Ali İzzet Bey, Musa Bey, Abdülmalik Bey ve Muhammed Bey’le sabah namazı… Diyar ordusunun nihai hamlesinin ilk adımı yine bir sabah namazıyla gerçekleşiyordu işte.

Nasır Nuri Efendi, tıpkı kumandanımın arzu ettiği gibi, Fetih ve İnşirah Surelerini okudu. Tesbihattan sonra duaya geçmeden Kumandan Ali İzzet Bey ayağa kalktı ve askerlerine hitap etmeye başladı:

-Esselamu aleyküm! (Verilen cevabı tasvir edecek kelimem yok; orada olmalıydınız…)

-Vaziyetimizin noksansız tarifi için Allah’ın Resul’ü ve O’nun biricik ashabının katlandıkları zahmetlere bakmanızı istiyorum. Her şeye kadir olan Allah, Resul’ünü ve onu takip eden küçücük cemaati neden öyle imtihanlara tabi tutmuştur? Daha evvel tahkirin her türlüsüne katlandılar, sonra üç yıllık tecrit ve açlığa maruz kaldılar, nihayet, şehirlerini ve evlerini terke

mecbur oldular. Allah -her şeye kadir olduğuna göre- gücünün limesiyle müşrikleri ve onların kuvvetlerini yok edebilirdi. Onlara hastalık veya kalplerine zaaf salabilirdi. Şu veya bu şekilde, O’nun ismini büyük aşkla zikreden bu inanan cemaatin önünde bulunan bütün müşkülatı ortadan kaldırabilir ve o yolun rahat ve düz olmasını sağlayabilirdi. Ancak, her şeye kadir olan bunu yapmadı. Aksine, O, haklarında çok şey dinlediğimiz Müslümanları, o ilk küçük cemaati bütün o sarsıcı sınavlara tabi tuttu. Neden?

Bunun yegâne izahı vardır: İyi ve her şeye kadir olan Allah, samimi olanları samimi olmayanlardan, doğru olanları doğru olmayanlardan, sağlam müminleri tereddüt içinde olanlardan ayırmak istedi. Tarihi vaziyet öyle bir noktaya geldi ki, artık dünyanın temizlenmesi, değişmesi ve yeni bir biçimde teşkil edilmesi gerekiyordu. İnsanlar ve onların müesseseleri tamamen bozulmuştu. Demir sabanı dünya yolculuğuna çıkmalı ve yeni medeniyetin tohumlarının ekilebilmesi için, tefessüh etmiş bütün şeyleri temizlemeliydi.

Bir sahabe için gitmek veya kalmak neyse, benim için de, İslam’ın iyiliği mi yoksa kendi iyiliğim için mi, çocuklarımın iyiliği mi yoksa dünya çocuklarının iyiliği için mi çalışacağım aynıdır. Yani hepimiz, her gün Hicret’e matuf bir kıyasımukassem ile karşı karşıyayız. Sual aynıdır ve fakat sadece cevaplar farklıdır. İlk Müslümanların yaptığı gibi herkesin kendi önünde ve Allah’ın önünde bu suale bizzat kendisi cevap vermesi lazımdır. Onların cevabını biliyoruz ve ilk Müslümanlar bizim yerimize cevap veremezler; onu kendimiz yapmamız lazımdır. Ancak onların yaptığı bize devasa ve sarfınazar edilemeyecek bir misal vermektir.

Bu topraklarda ve gökkubbe altında inşa edilebilecek bir nizam, bir akım, bir refah vardır; ancak bu nizam, terakki ve refah asla Koalisyon’un değildir. Diyar’daki kimi Müslüman kitlelerin kayıtsızlığı umumi bir kayıtsızlık değildir. Bu, halk İslam’ının harici taarruzlardan nefsini muhafaza şeklidir. Diyar’ın en alelade insanı bile en küçük bir taarruzda mücadeleye, sabra ve zahmet çekmeye hazır olduğunu göstermiştir. İlk Cihan Harbi’nde yaşanan mağlubiyetin ardından İç Diyar’ın yürüttüğü hürriyet kavgası, Yakın Cenup’taki Cemahiriye’nin işgale mukabil kahramanca kıyamı, Nil-i Mübarek civarında cereyan eden mücadele misalleri bu manada izahtan varestedir. Halk kitlelerini harekete geçirmek gerektiğinde, geçici olarak ve samimi olmaksızın da olsa her zaman İslami parolalar kullanılmıştır. İslam’ın olduğu yerde kayıtsızlık yoktur.

Bu bahisten olmak üzere, tarihteki rolünü gerçekleştirmeye davet edilmeden evvel her millet, iç temizlenme devrini yaşamak ve bazı esas ahlaki tavırları benimsemeye mecburdur. Dünyadaki her kuvvet, ahlaki kuvvet olarak başlar. Her mağlubiyet de ahlaki tökezleme olarak başlar. Cereyanı talep edilen her ne ise ilk evvela insanların ruhlarında, nefislerinde cereyan etmeye mecburdur.

Diyar Müslümanlarının, aynı yerde devr-i daim yapmaktan, tabiiyetten, fakirlikten ve geri kalmışlıktan kurtulmalarını istiyor muyuz?

Yeniden ve emin adımlarla şerefle ve aydınlık yolunda, kendi kaderlerinin sahibi olmalarını istiyor muyuz?

Ahlaklılığın, dâhiliğin ve cesaretin kaynaklarının bütün kuvvetiyle yeniden fışkırmasını istiyor muyuz?

Alternatif apaçıktır: Ya İslami yenilenmeye doğru hareket veya atalet ve gerileme.Diyar Müslümanları için üçüncü ihtimal yoktur.

İslam ahlakının uzunca süren tesirinin sonucu olarak, halk bilgeliği şeklinde biz, insanların denkliği, içtimai adalet, canlı olan her şeye karşı sabır ve merhamet hakkında dünyanın her yerinde yaşayan mefhumlar buluyoruz. Bu tespitler kendiliğinden daha iyi ve daha insani bir dünya demek değildir. Ancak daha iyi ve daha beşeriyetçi dünya için bir vaattir.

Diyar, asla çöl değildir. O, sürücülerini bekleyen sürülmemiş bir tarladır. Bu tespitler sayesinde vazifemiz gerçekçi ve mümkün olmaktadır. Vazifemizin terkibi, kuvveden sayılan bu hisleri fiil haline getirmekten ibarettir. Kur’an-ı Kerim’e karşı var olan teslimiyetin tatbiki için istikrara ve hissi İslam cemiyetinden teşkilatlanmış şuurlu bir vahdete ihtiyaç vardır. Bunlarla beraber, gelecek kanunlar ve müesseselerin ahlaki ve içtimai muhtevasını oluşturacak halk beşeriyetçiliği de açık fikirlere tahvil etmelidir. Bu hareket yetişmiş insanları toplayacak, yetişmiş olmayanları yetiştirecek, yüceltecek ve davet edecek, hedefleri tarif edecek ve o hedeflere giden yolları bulacaktır. Bu hareket her yerde hayat, fikir ve eylem meydana getirecektir. O, uzun ve derin uykudan sonra bir dünyanın vicdanı ve iradesi olacaktır.

Bu mesajı bütün Diyar Müslümanlarına göndererek biz, açıkça, vaat edilmiş bir ülkenin, mucize yapanların ve mehdilerin var olmadığını ifade ediyoruz.

İmtihan anlarında her zaman iki şey aklımızda olsun: Arkamızda Allah’ın rızası ve halkımızın kabulü vardır ve bulunmalıdır.

Her birinizden, üzerimde olan haklarınızı helal etmenizi rica ediyorum.

Allah’ın selamı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun.

(O ne zaman böyle bir hitapta bulunsa, dinleyenler kısa bir müddet sessizliğe bürünürdü. Yine öyle oldu.)

Etrafıma baktım. Kimisinin gözü yaşlı, kimisinin avuçları semaya dönük askerler, verilecek küçücük bir talimatı bekliyorlardı adeta.

Beklenen “talimat”, Ali İzzet Bey’in hemen yanında saf tutan Ast Kumandan Muhammed Bey’den geldi.

-Tekbir!

-Allahuekber!

-Tekbir!

-Allahuekber!

-Tekbir!

-Allahuekber!

Kumandan Ali İzzet Bey gülümsedi:

-Velillahilhamd!