Türkiye’ye giren yabancı platformların ülke içinde yaptırdığı ‘yerli’ yapımlardaki tercihleri dikkatimi çekiyor. Bugüne kadar yabancı bir dünyaya kapı araladığı ve bize başka ufuklar sunduğu için abone olduğumuz yabancı platformlar, bugün Türk yapım şirketlerine sipariş ettikleri dizilerle “Türk’ün Türk’e propagandası” seviyesini aşamıyor.

Oysa başka kültürleri ve bakış açılarını tanımak için abone olmuştuk. Televizyonlarda reklâm arası izletilen Türk dizilerini izlemek için yabancı platformlara ihtiyacımız yok. Zaten çoğu dizi, onlarca dakika süren TV reklâm kuşağından arındırılmış şekilde YouTube üzerinden yayınlanıyor. TV başında beklemeye gerek kalmıyor.

Adı üzerinde ‘yabancı’ platformlar, doğal olarak belli bir dünya görüşüne ve hayat felsefesine sahip. Ancak iş, “X yabancı platformun ilk Türk dizisi” diye sunulan yapımlara gelince, burada yaptıkları tercihler sırıtıyor. Örneğin ülkemize girmek için gün sayan Disney+ adlı platformun ilk Türk yapımı dizisinin Ezîdî (Yezîdî) toplumunu konu alıyor olması bilinçli bir tercihtir.

Bu topluluk mağduriyet yaşadı. Bu konuda söyleyecek bir şey yok. Ancak “İlk Türk dizisi” diye sunulan yapımın, sınır ötesinden bir hikâyeyle başlaması bambaşka bir sosyolojidir. “Hem Türk dizisi diye sunarız hem de mağduriyetle gündeme gelen bir toplum üzerinden dış dünyaya da izletiriz” yaklaşımı en basit yorum olur. Bundan daha da ötesidir amaçlanan.

Bu topluluk, yabancı servislerin sınır çizgilerini değiştirmek için kurduğu, kendilerini Müslüman gibi gösteren bir terör örgütü tarafından mağdur edildi. Bu durum ortadayken, bu terör örgütünün sınır ötesindeki faaliyetlerinin İslâmofobya’yı körükleyecek şekilde tüm dünyada gösterime sokulması, bir dizi projesinden daha çok algı yönetimi çalışmasına benziyor.

Yeri gelmişken, bu işin öncülü Netflix’in sabıkasından bahsetmeden olmaz. Hazır giyim konfeksiyon fabrikaları gibi, girdiği her ülkede klişe yapımlara imza atan bu şirket, kendi dünya görüşünü dayatan Hollywood’un yeni sürümü adeta. Hatta her yerden her cihazdan erişilebilen bir algı yönetimi makinesi olarak Hollywood’dan daha etkin bir silâh.

Netflix, “Türk yapımı” adlı altında ülkemizde kendi hedeflerine uygun yapımlara para akıtmaya devam ederken, yurt dışında kurgulanan yapımlara da Türkiye karşıtı argümanlar eklemekten kaçınmıyor. Bunun en bariz örneği, 15 Temmuz Darbe Girişimi sonrasında, Designated Survivor dizisinde yer alan diyaloglardı.

ABD Başkanı’nın merkezde olduğu dizide, FETÖ lideri Fetullah Gülen’i canlandıran Nuri Şahin karakteri “Türk düşünür ve eğitimci” olarak lanse ediliyor, Beyaz Saray’da ağırlanan bu kişi kendisini “Ben bir devrimciyim” diye tanıtıyordu. Dizide Türkiye Cumhurbaşkanı Fatih Turan, terör örgütü liderinin peşinde olduğu için ABD Başkanı’nın hakaretamiz ifadelerine maruz kalıyordu.

Özetle; medyanın hangi dalı olursa olsun, hepsinin belirli bir gündemi ve hedefi var. Buna göre önlem almak, kurallar ve yasalar koymak, bu propaganda makinelerinden toplumu korumak devletin görevi.