Ben yazarlık nedir bilmem. Gazetede yazmayı hiç bilmem. Meğer her işin olduğu gibi bu işin de bir raconu var imiş. İlk yazı ‘Merhaba’ son yazı ‘Elveda’ yazısı olurmuş. Ne bileyim ben, herkese yazdırırlarsa olacağı bu işte.

İlk yazımda hiç kimseye ‘Merhaba’ demedim. Çıkarlarım doğrultusunda kullanıp milli eğitim bakanımızdan kitap istedim. Bir sonraki yazımda seçimi AK Parti kaybetmiş, koalisyon diye bir kelimeyle ülke çalkalanır olmuştu ve annem evde üzgündü. Bunun üzerine siyasi nitelikte diyebileceğimiz dokunaklı bir yazı yazdım korku ve dehşet içinde. Sonra geçti o günler. Elime geçen ilk kitabı ayıla bayıla tanıttım. Akabinde gündemin boğuculuğundan kaçıp “Beyler, bu noktada artık neşelenmemiz icap eder.” minvalinde bir yazı yazdım ve Hakan Albayrak arka sayfayı tamamen bana tahsis etti o gün. Ondan sonraki yazılarımda da genelde hep tam sayfa verdi, gönlümce yazıp çizip mutlu oldum. Sanıyorum ki gazetedeki abi-ablalarımın da annemin-babamın da cânım arkadaşlarımın ve hocalarımın da tanımadığım yüzlerce, binlerce DP sevdalısının da hâsılı cümle okurun bir kez olsun tebessümlerine sebep oldum. Elhamdülillah. Yahu ben bu gazetede dedemi yazdım, ölsem de gam yemem artık. Ya pandalar, pandalara ne demeli? Açıkçası bu kadar gazetenin gündeminde kalacağını tahmin etmezdim şu cümlenin: “Pandalar dünyayı fethedecek!” (Bilgi: O duvar yazısını sildiler, küçük çapta üzüldük.) Sevdiğim, âşık olduğum ne kadar isim varsa bahsettim, içim rahat. Hem de defalarca bahsettim, içimde bir şenlik havası. Fakat işte buraya kadarmış baylar, bayanlar. Evet siz, merdivenden kayanlar… Siz de dahilsiniz. Yolun sonuna geldik. Bitti. Game over.

Peki, ben bu gazeteye nasıl geldim? Şöyle oldu; tamamını burada anlatamam herhalde, uzun bir hikayattır bu. Sonun başından başlayacak olursak üniversite sınavlarına hazırlandığım bir gün duydum ki Hakan Albayrak günlük gazete çıkarıyormuş. Herkes de tanıtım sayıları filan var, bende yok. Canım sıkıldı bu işe. Hemen bir mail attım sitem dolu. Şahane bir cevap aldım: “Gazete senin! Niye gelmedin ki daha?” 28 Şubat’ın gazetesini, yani ilk sayımızı çıkarmak üzere okuldaki AK Parti sevdalısı, Hakan Albayrak muhibbi müdür yardımcımıza dil döküp bir şekilde izin alıp koşa koşa gittiğim o 27 Şubat gününü hiç unutmayacağım. Tüm tashihleri bana yaptırmışlardı ve 4 saat boyunca da bir odada unutmuşlardı. O gün Erem Şentürk’le de az buçuk tanışmıştım. Tuhaf bir adamdı vara yoğa yeri göğü inleten o güzelim kahkahasını atıyordu. Emrah Koca vardı, grafiker mi genel yayın yönetmeninin sağ kolu mu ne anlamadığım. Bir sürü kişiler daha vardı. Falandı filandı derken tam 9 ay boyunca bir şekilde hep gazetedeydim. Neredeyse ilk üç ay sadece muhaliflik ederek hem kendimin hem de genel yayın yönetmenimizin canını sıkmaya gayret ettim. Körü körüne hiçbir şeyi savunmamalıydık, arkadaşlarımız hariç. Çok güzel hatıralar birikti, muhteşem sayfalar yaptık, muhabbetin defalarca dibini bulduk. Azarlandım da, sansür yiyen basılmayan yazılarım da oldu. Kaç kez küstüm ve şakasına istifa ettim inanın hatırlamıyorum. Bir sürü hata yaptım bunun yanı sıra bir sürü kahve de yaptım. Hakan abi hem kızdı hem sevdi. Tamam tamam, daha çok sevdi. Ben de büyük adam Erem abiyi, Bağcılarlı grafiker ağabeyler Emrah-Fatih-Kaya’yı (ki Kaya Temel aynı zamanda hiç okunmayan spor sayfalarımızın müdürüdür), Bağcılarlı olmayan grafiker ağabeyler Ibrahim-Yunus-Efe’yi, Mor Çocuk Ertuğrul abiyi, sevgili şairimiz İlhami Atmaca’yı, çaycı Yüksel ablayı, Alamancı Selçuk abiyi, tashihlerimizi aşkla yapan Hakkı amcayı, Doğu Türkistanlı Tursunay ablayı, veda yazısından benden bahsetmeyen Nihat Nasır’ı, bana inanmaktan vazgeçmeyen Mehtap ablayı, nezaket timsali grafiker Ümit abiyi, ümmetin gençleri için sürekli koşturan Adem Özköse’yi, genel müdürümüz Orhan Pekçetin’i ve tabiî ki inmeyen bayrak Hakan Albayrak’ı çok ama çok sevdim. Ankara eşrafından tabiri caizse idolüm Fatih Mutlu’yu, âlemdeki tüm kitapları okumuş, harika yazılar yazan muhibban-ı kütüplerin şahı Selçuk Azmanoğlu ve başbuğumuz Saim Tut hazretlerini de saymadan edemeyeceğim. Onları da çok seviyorum. Bana sundukları bu güzellikleri elimden geldiğince değerlendirmeye çalıştım. Allah onlardan bin kere razı olsun. Hepsi çok kıyak insanlar. Var olsunlar.

Yo, hikâye burada bitmiyor. Üzülmek yok, onlar üzülsün. Biz kaybetmedik, Müslüman hep kazanır. Saydığım bu isimlerle artık yol arkadaşıyız, bir ömür boyu yola devam inşallah. Hikâyemiz her zaman olduğu gibi asıl şimdi başlıyor. Nasipse yeni bir gazete kurmak niyetindeyiz, dua edin. Biz arkadaş milliyetçisiyiz, birimiz yoksa kalanımız hiç yok. İşte bu yüzden -birkaç başka sebepten ötürü planlarda bir değişiklik olmazsa- bu Diriliş Postası’ndaki son yazımdır. ‘Veda’ değil ‘merhaba’dır aslında. Pirimiz Yunus Emre’nin de dediği gibi: “Her dem yeniden doğarız / Bizden kim usanası.” Ol sebepten merhaba cümle canlar merhaba. Evet evet bu şarkı burada bitmez. Ya Allah, bismillah, Allahuekber!