Devletimizin 18 yaşımızı doldurmamızla bize münasip gördüğü en mühim haklardan biri de şüphesiz hukuka uygun bir şekilde yani sürücü belgesi/ehliyet alarak otomofil kullanma hakkımızdır. İsteyen kamyon da kullanabilir tabi fakat ben tercihimi otomofilden yana kullandım. Henüz hür bir şekilde otomofil kullanamamış olsam da bu hakka sahibim. Ki hür bir şekilde otomofil kullanmak deyince aklıma İstanbul trafiği geliyor, yaşlanıyorum. Neyse. Bu hakkımızı kullanabilmek için de lüzumlu lüzumsuz bir sürü evrak talep ediyorlar bizden. Yetmiyor türlü türlü vergiler, harçlar yatırıyoruz. Yine yetmiyor. Emniyete gidip uzun kısa, bir sürü sıralardan geçip üç beş imza atmak suretiyle araç kullanmaya ne kadar da ehil insanlar olduğumuza ikna etmeye çalışıyoruz devletimizi. Tamam, bunları herkes zaten biliyor. Ama çabuk unutuluyor ehliyet yolunda çekilen çileler. Unutuyoruz hepimiz hikâyemizi.

Mesele şu: 18 yaşımı doldurduğumda herkes başıma üşüştü “Hadi hadi ne zaman alıyorsun ehliyeti?” “Yav niye alayım ehliyet, ne oldu, ne oluyor? Bi’ durun!” demeye kalmadan bir anda kendimi sürücü kursuna kaydolmuş buldum. Çünkü 18’imize gelir gelmez oy kullanmalı, araba sürmeli ve gerekirse kravat takıp partilerin gençlik teşkilatlarında o kahvaltı senin bu toplantı benim koşturmalıydık. Öyle de oldu benim ömrümde. Henüz parti teşkilatlarının gençlik kollarından köşe bucak kaçsam da diğer işleri neredeyse hallettim. Oyumu kullandım, ehliyet alma meselesinde ise oldukça azimliyim. Kursa kaydoldum, direksiyon derslerini eksiksiz şekilde (Aslında son 3 derse gidemedim, ama eksiksiz deyince daha bir ahenkli oluyor. Bir de şu dürüstlük meselesini ayarında tutabilsem şahane olacak!) aldım, yağmurlu bir pazar günü sabahın 8’ine sınav koydular ses etmedim “Pazar sabahı burada toplanmış ne yapıyoruz Allah aşkına!” diye isyan etmedim mesela, gittim ve geçtim sınavı hakkıyla. “E tamam artık, verin ehliyeti kardeşim.” diye beklerken bir milyon yapacak iş daha koydular önüme, yılmadım hepsiyle tek tek uğraştım. Buraya kadar bir mesele yok aslında.

Geçen gün emniyete gidip birkaç evrak teslim etmek uğruna dört (4) saatimi küçücük bir alanda geçirmek zorunda kalınca mesele oldu bu ehliyet işi. Onca sınav mınav geçtikten sonra insanın tüm her şeyi bırakıp gidesi geliyor evrak işleri yüzünden. Topladığım onlarca evrakı polis memuru ablaya tam teslim edecekken bir de parmak izi diye bir olay çıkardılar karşıma. “Tamam.” dedim “Basayım parmağımı ama iki sene önce pasaport için zaten yapmıştık bu işlemi, ne gerek var şimdi tekrara?” dediysem de mırın kırın ettiler. “Devlet zaten beni benden iyi biliyor, numaralandırıyor, sıraya koyuyor, canı sıkılıyor bir daha numaralandırıyor filan. Parmak izimi yüzlerce daha alsın onu mu esirgeyeceğim canım?” diye düşüne düşüne girdim sıraya. Sıra labirent gibi, eski telefonlardaki efsane ‘Snake’ oyunu gibi dolana dolana tüm katı çerçeveliyordu resmen. Geçtim sıraya mecbur, 10 dakika geçti aynı yerdeyim, 20 dakika geçti aynı yerdeyim. Gıdım ilerleme yok. Zor. Açıkçası ben kafayı sıyırdım bir yerde. Sıyırmasam yazmazdım.

Tam üç (3) saat sırada bekledikten sonra tüm parmak izlerimi devletime bir kez daha gönül rahatlığıyla emanet ettim. Beklerken bir genç kızla küçük çapta dayanışma içerisinde olarak birbirimizi destekledik, yeri geldi birbirimizi kayırdık, gözettik. Neredeyse dernek kurup kurumsallaşacaktık ki kızın işi bitti gitti, bir başıma kaldım. O genç kıza da selam olsun. “Tam özgürüz, çıkıp gidiyoruz herhalde artık.” derken aldığım parmak izi belgesine sırası çok değişik bir şekilde ilerleyen polis memuru ablaya iletmemi istediler. Boynumuz kıldan ince, “Hay hay!” dedik. Orada da kâh ayakta kâh oturarak bir (1) saat kadar bekledikten sonra tam belgelerimi oldukça sinirli bir yapıya sahip olmasıyla vatandaşların korkusu haline gelmiş polis ablaya uzatacakken biri daha geçti önüme. Ve nazikçe “Abla, geçeyim ya benim işim kısa.” dedi, memure hanım da “Evet, evet onun işi kısa biraz daha bekle sen.” diyerek adamcağızdan taraf oldu. Savaştan mağlup çıkmış ama hayatta kaldığı için mutlu olmaya çalışan bir komutan edasıyla, yılgın bir şekilde “Geçin, tükendim zaten ben.” dedim hâli hazırda bir şey dememi beklemeden işlemlerini yaptırmaya başlayan abiye. Sinirleri yeterince gevşemiş, sırada ya da sırasızlıkta çürüyen tüm insanların kahkahasını işittim biran.

Sonrasını pek hatırlamıyorum. Evraklarımı vermiş, üç beş imzamı atmış ve bir hafta sonra tekrar aynı yere gelerek sürücü kartımı (böyle mi deniyordu?) almak üzere programlanmış hâlde dışarıda buldum kendimi. Herhalde onları bir şekilde ehil bir insan olduğuma ikna etmiş olmalıyım. Sırada beklerken araba kullanmayı unutacak vaziyete gelsem de tüm işleri başarıyla tamamladım. Çıktığımda devlete olan inancımı yitirmiş, hafif sarhoş ve biraz da büyümüş hissettim kendimi. Öyle işte.

Not: Her yazım gibi bu yazım da okurlar tebessüm etsin, rahatlasın diye yazılmıştır. Tebessüm ettiyseniz âlâ, etmediyseniz fenâ; çünkü yazının sonuna geldik. Bitti, yapacak bir şey yok. Ayrıca sıkıcı siyaset yazılarından hâlâ sıkılmadınız mı? Sevgilerle…