Maûn Sûresi, Tekâsür Sûresi’nden sonra nazil olan Mekkî bir sûredir. 7 (yedi) âyeti bulunmaktadır. Önemsenmeyecek şekilde çok küçük bir yardım demek olan “Maûn” kelimesiyle son bulduğu için, kendisine bu unvan verilmiştir. Bu sûreye ayrıca; “Eraeyte” ve “din” sûresi de denilmiştir. Bu mübarek sûrede Yüce Rabbimiz, dini, âhireti yalanlayanları kınamakta ve onların çirkin vasıflarını açıklamaktadır.

YÜCE MEÂ

1- Dini yalanlayanı gördün mü?

2- İşte o, öksüzü iter, kakar.

3- Yoksulu doyurmaya önayak olmaz

4- Vay haline o namaz kılanların ki,

5- Onlar namazlarından gafildirler.

6- (Yine) onlar gösteriş yaparlar.

7- Ve (en küçük) yardımı sakınırlar, (zekâtı vermezler).        

MUHTEVÂSI

Bu sûre-i celilede dini yalanlayan, ilâhî emre muhalefet ederek cimrilikte bulunan kimselerin gayriahlâki hallerine işaret buyurulmaktadır. Cenab-ı Hak, müşriklerden dini yalanlayanları kınayarak, bu kimselerin diğer özelliklerinden bahsediyor. Yetime ve öksüze nasıl davrandıklarını haber veriyor. Riya olarak yani gösteriş şeklinde namaz kıldıklarını ifade ediyor. Yine sûrenin son âyetinde ise, zekât bir tarafa; en ufak, en basit bir yardımı, önemsiz bir şeyi bile o kimselerin vermekten kaçındığını haber vererek bu şekilde davranmamamızı ifade buyuruyor.

SÛRENİN NÜZÛL KONUSU

Rivayet edildiğine göre Ebû Cehil, bir yetimin vasîsi (kanûnî temsilcisi) idi. Bir gün o yetim zor bir durumda iken, muhtaç bir halde bulunuyorken, kendi malından bir şey istemişti. Ebû Cehil onu itivermiş ve ona aldırmamıştı. Kureyş’in büyükleri de çocuğa: “Muhammed’e git, sana şefaat ediversin” demişler, onunla alay etmek istemişler.

Bu öksüz, onların maksatlarını bilmediği için Rasûlullah’a gelip yardımcı olmasını istemişti. Peygamberimiz’in (sav) hiçbir muhtacı reddetmek gibi bir âdeti olmadığı için kendisi hemen kalkmış, onunla beraber Ebu Cehil’in yanına gitmişti. Ebu Cehil “buyurun” deyip merhaba etmiş ve öksüzün malını vermişti.

Kureyşliler bunun üzerine Ebu Cehil’e serzeniş etmişler, “Sen de sapıttın. Muhammed gibi çocuklaştın” demişler. O da: “Hayır, demiş. Sapıtmadım, lâkin onun sağında ve solunda birer harbe (iki yaratık) gördüm ki, vermezsem bana vuracaklar diye korktum.”(Olayı bu şekliyle Ebu Nuaym, Delâil, I,  67-68’de sûreyle bir bağlantı kurmaksızın nakleder.)

İbn Abbas’tan (ra) gelen bir rivâyette de sûrenin hem cimri, hem riyakâr münafıklar hakkında nazil olduğu zikredilir. (Suyûti, Lübabü’n-Nükûl fi Esbâbi’n-Nüzûl, s. 216. İbnü’l-Münzir’den naklen.)

Demek ki sûre bunlar ve benzeri hadiselere işaret etmektedir. Bu gibi olaylar, sûrenin muhtevâsı, konusu dâhilindedir. Hüküm yönünden sûre sadece bunları değil, bunlar gibi tüm olayları içine alır.

Yani bu gibi rivâyetler bir çelişki doğurmaz. Bunlardan birisi “sûrenin, akabinde indiği hadise” olabilir. Diğerleri onun konusuna dâhildirler. Tefsir maksadıyla zikredilebilecek olaylardır. Her birine nüzûl sebebi denmez.

SÛRENİN TEFSİRİ

1- “Dini yalanlayanı gördün mü?” 

Hitap Allah’ın Rasulü’ne ve dolayısıyla genel olarak hitaba ehil olanların her birinedir.

“Gördün mü?” şeklindeki soru, taaccüb/ şaşırtma sûretiyle muhatabı hazırlamak içindir. Yardımlaşma ve toplum içinde yaşamak ihtiyacında bulunan insanlar arasında Hak Teâlâ’nın ceza ve mükâfatını inkâr edenlerin, dine inanmayanların bulunmasının, şaşılacak bir şey olduğuna işaret ederek, öylelerinin huylarındaki düşüklüklerden mü’minleri sakındırmak için dikkatleri çekmektir.

Burada da “din”, en mutlak ve en esaslı mefhumu olan ceza manâsınadır. Yani insanların yaptığı iyilik veya kötülük karşılığında, Hak Tealâ’nın, iyiliğe güzel sevap ile mükâfat; kötülüğe azarlama ile cezâ vereceğini ifadedir. Bu, şöyle ifade edilir:

-“Artık kim zerre ağırlığınca hayır yapmışsa onu görür ve kim de zerre kadar kötülük işlemişse onu görür. “ (99 Zilzâl 7-8.)

Bu ölçüye göre onların, ettiklerini bulmalarının Allah Teâlâ’nın inanılması, uyulması ve teslim olunup gereğince amel edilmesi lâzım gelen kesin bir hükmü, bir Hak dini olduğunu tasdik etmeyip de dinin aslı yoktur, o yalandır deyip, cezaya inanmayan kimseyi gördün ya.. demektir.

2- “İşte o, öksüzü iter, kakar.” 

Din-i İslâm’ı kabul etmeyip, mükâfat ve cezaya, kıyamete inanmayan insanın bir özelliği de öksüze karşı kötü tavır takınmasıdır. Âyet-i Kerime’nin ifade ettiği şekliyle o kişi, böyle insanlara hakaret gözüyle bakar ve onların hiçbir ihtiyacını bertaraf etmeye yanaşmaz. Böyle bir şeyden daima uzak durur.

Âyetin önemi büyüktür. Yetime iyilik ve yardımda bulunmak, dinimizin istekleri arasındadır. Bilindiği gibi yetim demek, babasız olan, babasını kaybeden kimse demektir. Böyle birine yardım etmek tabii ki en büyük iyiliklerdendir. Burada bahsedilen kişi, yardım şöyle dursun, ona hiç bir kolaylık sağlama yoluna dahi gitmez.

3- “Yoksulu doyurmaya önayak olmaz.” 

Miskin, biçare yoksulun yiyeceğine dair teşvikte de bulunmaz. Kendisi yoksulu doyurmadığı gibi, gerek kendi akrabalarının, gerekse hali-vakti yerinde olan diğer kimselerin bakıp gözetmesi, doyurması için de önayak olmaz, teşvikte bulunmaz. Yani çaresizlerin halini düşünmez, fakirlere bakılmasına taraftar olmaz.

Burada “taam”dan murad “it’am” olduğu için, “ıt’amül-miskin” (yoksulları doyurmak) yerine “taam” denilmesi nükteli ve ilginçtir. Burada bir espri yatmaktadır. Bunda aç olan bir yoksulun, kudreti olanlar tarafından verilecek taama (yemeğe) sanki kendi mülkü imiş gibi dinen bir hak elde ettiğine işaret vardır ki, bu durum;

 “Onların mallarında dilenci ve yoksul için bir hak vardır,” âyetinin manâsıdır. (51 Zâriyât 19.)

Bu şekilde hak etmenin büyüklüğüne tenbih ve başa kakmaktan men vardır. Yani öyle bir çaresizi doyuran kimse, onun, kendi hakkı olan bir yiyeceği vermiş, borcunu ödemiş gibidir. “Azarlayıp kovmak ve teşvik etmemek” fiilleri, devamlılık ifade eden muzari olduklarından, bu âyetlerin yukarıya bağlanmasından çıkan manânın neticesi şu olur:

Toplum halinde ve anlaşma içinde yaşamak ihtiyacında bulunan ve Allah’ın yardımıyla açlıktan kurtulmuş ve korkudan emniyete erdirilmiş olan insanların, Allah’a ibadet ve kulluk etmeleri ve bu kulluğu yapmak için de öksüzlere, kimsesizlere bakmak, açlara, biçarelere yemek yedirip derman aramak için yardımlaşmaları, Hak dininin gereği olan vazifeleridir.

4- “Vay haline o namaz kılanların ki...”

(Artık vay haline!) Yazıklar olsun, (o namaz kılanlara ki); bedenen ve lisanen namaz kıldıkları halde rûhen namazda değillerdir. Gafletten uyanmazlar, kıldıkları namazı gösteriş için, değerinden habersiz olarak kılarlar, anlamına gelmektedir. Bir sonraki âyet-i kerimede bu durum tam anlamıyla ifade edilecektir.

Bu âyetteki “Veyl” kelimesi kınama ifade eder. Yani yazıklar olsun, vay onların hallerine, sonları çok feci olacaktır, kendileri azaba layıktırlar, demektir. (Kutub, Seyyid, Fî Zılâli’l- Kur’an, VI, 3984.)

Bu kelimenin anlamı hususunda bir başka görüş de şöyledir: “Veyl,” cehennemde kan ve irin akan bir dereye denilmiştir. İnsanların ilâhî azaba uğrayacakları bir mekândır. Buna göre şöyle denilebilir: Vay hallerine, yazıklar olsun o cehennemin Veyl denilen ve kan, irin akan deresine düşecek olan namaz kılanlara, daha doğrusu namaz kılarak mü’min görünenlere... (Bkz. Yazır, a.y.)

5- “Onlar, namazlarından gafildirler.” 

Yüce Yaratıcımız, bir önceki âyette “vay o namaz kılanların haline” dedikten sonra bu âyet-i kerimede, bu insanları açıklıyor ve şöyle buyuruyor: Onlar, namazlarından gafildirler, yanılgı içerisindedirler, namazdan bihaberdirler, onun değerinden haberdar değillerdir.

Yani bunlar, lisânen okuduklarından gaflette bulunurlar, ona önem vermezler. Hatadan hiç kurtulamazlar, ne için kıraatte, rukû ve secdede bulunduklarını asla düşünmezler.

6- “Onlar riyakârlık yaparlar.” 

Gösteriş yaparlar. Her ne amel yapsalar Allah için yapmazlar da halka gösteriş için, herkesin göreceği yerde yaparlar. Rıza-i ilâhî için halis bir kalp ile ibadette bulunmuş olmazlar. Riyakârane bir halde yaşar dururlar. Onlar elbette ki azaba lâyıktırlar. Azap da tam onlara göre olacaktır.

7- “Ve (en küçük) yardımı sakınırlar.” 

Zekâtı vermezler yahut kimsenin esirgemeyeceği şeyi ödünç vermekten bile sakınırlar. Kimseye bir damla şey vermek istemezler. Öyle cimri, öyle hasis olurlar. Bu şekilde onların zekât vermeyecekleri ise öncelikle anlaşılır.

Sûreye de ismini veren bu âyet-i kerimedeki “Mâûn” kelimesi, lügat ve tefsirlerin beyanına göre zekâta, iyiliğe ve ihsana, az çok fayda sağlayan herhangi bir şeye, konu-komşu arasında ödünç olarak verilip alınmak şekliyle çanak-çömlek, kap-kacak vb. ev eşyası ve alet-edevata dair, kimseden kıskanılmaz olan orta malı şeylere denilen kapsamlı bir kelimedir. Buhârî, İkrime’den şunu nakleder: “Maûn’un en yücesi zekâttır. En aşağısı ise bir şeyi ödünç vermektir.” (Sahîh, tefsiru sûreti 107. Hakim de el-Müstedrek, II, 536’da  İbn Abbas’tan (r.a.)  Maûn’un ödünç verilecek şey olduğunu nakleder.)

Şu halde “maûn”, esasında az çok yararı olan bir şey yahut yardım demek olarak, yukarıda geçen manâlarda kullanılmıştır. (Muhammed Vehbi Dereli Prof. Dr.; Fatiha ve Kısa Sûrelerin Meâl ve Tefsiri)