Günümüz dünyasında bilgiye ulaşmak artık hiç olmadığı kadar kolay. Ancak bu kolaylık, beraberinde çok daha büyük bir tehlikeyi de getiriyor: sahte içerikler. “İlginç başlıklar”, “şok edici gelişmeler”, “hiçbir yerde duymadığınız gerçek” gibi başlıklarla dolaşıma sokulan sahte haberler, yalnızca zamanımızı çalmıyor; zihnimizi de bulandırıyor, güven duygumuzu da aşındırıyor. Bilginin bollaştığı bu çağda hakikatin değeri günbegün azalıyor.
Geçtiğimiz günlerde Anadolu Ajansı, tam da bu meseleye ışık tutan bir haber yayımladı. Sosyal medyada özellikle sağlık, bilim ve güvenlik gibi konularla ilgili hazırlanan bazı içerikler, sansasyonel başlıklarla kullanıcıların ilgisini çekiyor ve hızla yayılıyor. İşin daha da vahim tarafı şu: bu içeriklerin önemli bir kısmı ya bağlamından koparılmış ya da tamamen uydurma bilgilerden oluşuyor. Ama kullanıcılar, içeriği sorgulamak yerine başlığa tıklıyor, paylaşıyor ve farkında olmadan bu bilgi kirliliğini büyütüyor.
İletişim çağında bir haberi yalanlamak, onun yayılmasını engellemiyor. Tersine, bir içerik ne kadar dikkat çekici ise, yalan olduğu bilinse bile o kadar çok paylaşılıyor. Bu durum yalnızca bireysel değil, toplumsal bir tehdit hâline dönüşüyor. İnsanlar, gördükleri her başlığı “doğru” kabul etmeye başladıkça; toplumun bilgiye olan güveni erozyona uğruyor. Dahası, bu tür içerikler sadece yanlış yönlendirme değil; dolandırıcılık gibi daha ciddi suçlara da zemin hazırlıyor.
Sahte içerik üreticileri, psikolojiyi çok iyi kullanıyor. Duygulara hitap eden, korku veya umut uyandıran içerikler üzerinden geniş kitlelere ulaşıyorlar. Bir an için düşünelim: “İçtiğiniz su zehirli olabilir!”, “Cep telefonlarında gizlenen kanser tehlikesi ortaya çıktı!” gibi cümlelerle karşılaşan biri, içeriği sorgulamak yerine, paniğe kapılarak bunu paylaşabiliyor. Hedef, bilgilendirmek değil; dikkat çekmek ve etkileşim almak.
Oysa gerçek bilgi; bağlam ister, sabır ister, araştırma ister. Hakikat çoğu zaman sessizdir, çarpıcı başlıklar atmaz. Sahte içerikler ise bağırır, üzerimize yürür. Bu yüzden sosyal medya kullanıcılarının, içerikleri paylaşmadan önce küçük bir duraksamayla “Bu doğru mu?” sorusunu sorması hayati bir sorumluluk. Tıklamakla başlayan bu döngü, bazen bireyin banka bilgilerinin çalınmasına, bazen kamuoyunun yanlış yönlendirilmesine, bazen de toplumsal infiale kadar varan sonuçlara yol açabiliyor.
Üstelik sahte içerikler yalnızca bireyleri değil, kurumları ve kamu düzenini de tehdit ediyor. Özellikle seçim dönemlerinde yayılan yalan haberler, toplumları kutuplaştırıyor. Sağlık konularında yayılan yanlış bilgiler, tedavi süreçlerini baltalayabiliyor. Çocuklar ve gençler ise bu içeriklerin en savunmasız hedefi hâline geliyor.
İşte bu noktada, çözüm yalnızca bireylerin dikkatli olmasında değil; devletin, medya kuruluşlarının ve teknoloji şirketlerinin de bu konuda sorumluluk alması gerekiyor. Algoritmaların sadece etkileşime değil, güvenilirliğe öncelik verdiği dijital platformlara ihtiyaç var. Medya okuryazarlığı eğitimi, okullarda erken yaşta verilmelidir. Ve elbette, geleneksel medyanın dijitalleşen çağda da güvenilir bir liman olarak ayakta kalması şarttır.
Bizler, haberin doğruluğunu değil yalnızca başlığını konuştuğumuz sürece, algılarımız hakikatin önüne geçmeye devam edecek. O hâlde, dijital çağda en büyük erdem belki de “tıklamamak”tır. Çünkü her tıklama, ya hakikatin peşine düşer ya da yalanın ekmeğine yağ sürer.
Unutmayalım: bilgi güçtür; ama yanlış bilgi, güçsüzleştirir