Ne gariptir değil mi, şu insan denen varlığın her haline ve içinde olmadığı her halle yüklediği -hallerin kendisinden bağımsız- nice tahayyül?

Zenginin haline heveslenen/hayıflanan kaç fakir vardır acaba onun haline heveslenen onca zenginin varlığından habersiz?

“Zengin olunca dertler biter; paranın açamadığı kapı olur mu?” diyenler, “refah” denen şeyin belki de bin eza ile kendini taşıyanlara/taşımaya çalışanlara nasıl da yeni dertler yüklendiğini biliyorlar mıdır?

Tarihte çoğu zaman böyle olagelmiştir; zengin fakirden, fakir zenginden habersiz kendi kederleriyle, yükleriyle yorgun düşmüşlerdir hep…

Aralarındaki en belirgin fark şu olmuştur belki: Fakir daha az ama daha keyifle yediği yemekle dertlerini yüklenmişken, zengin çok daha lüks ama samimiyeti az sofralarda yedikleriyle, hazımsızlık yaşayacak kadar tok olarak yüklendi kendi derdini…

Ama herkes nefsine ağır geldiği için dertlerini gizlemeyi seçti birbirinden; sanki az dertleri varmış gibi bir de, ne kadar “mutlu” olduklarını gösteren sahte rollerini yüklenerek…

Öyle ya, “Ne kadar paranın olduğu önemli mi? Senin olmayan o kadar çok para var ki” değil mi?

Senin olmayan paraların hepsi de peşinden koşmanı, uğruna neleri feda ederek kendilerine sahip olmak isteyeceğini merakla bekleşiyorlar…

Oysa insan kapıldığı hırsın etkisiyle körleşmişken hayatın, bütün gücüyle üzerine abanmak için sürekli yeni şeyler icat ederek, onu faklı bir yerde beklediğini göremez oluyor…

Fırtına bazen en sakin denizlerde patlar; kargaşa en huzurlu köşeye çekildiğini zannedeni orada yakalar…

En sakin olayların bile içinde bir şiddet barındırdığını kim hesaba katar ki!

“Kaç insan fakirliğin ya da kaç insan refahın getirdiği yüke katlanabilir?” sorusu, her iki taraf için de aynı kuvvete sahip…

İnsan çoğu kez, içinde olduğu şeye dışardan bakabilme kabiliyetini yitirdiği için -fakir ya da zengin- kendi halinden habersizleşir; “neye ve kime göre kim” olduğunun cevabını yitirir… 

İnsan, gafletle sarıldığı şeylerden onu “kimsenin koparamayacağı” zannına ne kadar da çabuk aldanır…

Ve bir filozofun, “Kaderin canı isterse en şaşalı yerinden koparıp alamayacağı ne vardır ki?” sorusu, gafilin aklına hiç gelmez olur…

Kanaatle zengin olamayan bir nefsi “zengin” edebilmiş bir dünya malı bilen var mı?

Ya da gönlünü zengin edememişlerin dostlarını, sadece dostları olduğu için değil de ellerindekiler için sevmeleri sebebiyle, gerçek dostları var mıdır?

Oysa ne büyük derttir dostsuzluk, yalnızlık; sine de ne büyük bir yüktür bilene!

İnsan taşıdığı inançla, ahlakla, erdemle kendi yüreğinden, beyninden üretemediği hiçbir sevincin sahibi değildir aslında…

En talihli zannettiklerin ya en talihsizlerse ya da en mutlu zannettiklerin en mutsuz…

Değil mi ki insan, kendini de kendisiyle birlikte götürdüğü müddetçe huzurunu da derdini de kendisiyle taşır…

İşte o sebeple biz önce kendimize bir bakalım; olur mu kardeşim!