Bombalanan evlerinin enkazında bez bebeğini arayan kız çocuğu. Eli yüzü toz içinde eşine “Göçmeliyiz bey” diyen kadın.

Botlarda ölümle yeni bir hayat arasında salınıp duran çoluk çocuk, genç, ihtiyar binlerce insan. Umuda yol mu, kendini ilk defa görenlere mezar mı olacağına bir türlü karar veremeyen Akdeniz.

Bir gece yarısı karşısına çıkanları tank paletinin soğukluğu ile tanıştıran sözde asker. Mermilerin hızı. Kardeşlerine bomba yağdıran hain pilot. Pasaportsuz dolaşan savaş uçakları…

Farklı yönlerden aynı kavramlarda arz-ı endam ediyor: Yurtsuzluk, Vatansızlık, Göç, İltica…

“Her gece karanlık basıp etraf sessizleştiğinde, çalılıkta hangi hayvana ait olduğunu bilmediğim ürkütücü çığlıklar duyarım. Olup bitene müdahale edemediğimden çoğu kez kulaklarımı tıkayıp, bunun bu gece için son çığlık olmasını dilerim. Önceleri yalnızca hayvanların yaşama alanı olan bu yerde gece ve gündüz farklı kurallarla işliyor olsa da, şimdilerde buraya ait olmaya çalışan evciller de yok değil. Kendi iktidar alanlarını korumak için bütün gece nöbet tutup uyumayan, sahibinin vereceği yiyeceği hak edebilmek için görevini layıkıyla yerine getirmeye kararlı köpekler ve hatta bahçede beslediğim kedi. Ona olan ilgimi ve yiyeceğini paylaşırım kaygısıyla başka kedileri evin yakınlarında barındırmayan.

Yaşamaya başladığı yerde, koşullarını kendince iyileştiren, duvarlarını yükseltip sağlamlaştıran ve bunun sürüp gitmesi için savunma silahlarına ihtiyaç duyan insanoğlu da, çalılıktaki diğer hayvanlardan çok da farklı davranmıyor. Çoğunlukla artan sayıları ve ihtiyaçları doğrultusunda başka canlıların yaşam alanlarını tehdit ve ihlal ediyor. Gerçek sınırın yer kürenin genişliği kadar olduğunu anlayarak okyanus aşırı göç eden kırlangıçlara rağmen üstelik. Yorgun kanatlarıyla, çoğu kez hayatları bahasına sınırsızlığın imkânlarını araştıran bütün göçmen kuşlar gibi. Onlara büyük saygı duyuyorum.

Biliyorum ki korunmaya çalışılan sınırlar, daha güçlüler tarafından sürekli ihlal ediliyor. Dünya nimetlerinden büyük payı alabilmek için, oval ve küresel ofislerde yeni ve geçerli savaş nedenleri üreten, çok bilinmeyenli denklemler kurgulayan, akıllı canlılar var. Ötekileştirdiğinin yerküreyi sallayan çığlıklarına kulakları tıkalı birilerinin. Hemcinslerine yüz yıl sonrasının en iyi yaşam koşullarını sunma ve dünyayı tek elden yönetme gayretinde olanlar, kendileriyle aynı gezegende yaşamaya uygun görmediklerinin yaşama hakkına her şekilde müdahale edebiliyorlar. Beslendikleri kandan güçlenerek büyüyenlerin, insanlığa yaşattıkları kâbus, çocukların ellerinden oyuncaklarını, annelerini, kısaca geleceklerini alarak, dipsiz bir boşluğa bırakıyor bedenlerini ve kanayan ruhlarını, belki de hiç çıkamayacakları.

Yer küreden gelen insan çığlıkları, karanlıkta çalılıklardan gelen sesleri örtüyor olsa da seslerden yalıtılmış, penceresiz bir odada yaşamak mümkün mü? Salonlarında güncel bir masalın devşirildiği, bir sarayın arka bahçesinde gömülenleri görmezden gelerek…”

Yukarıdaki satırlar bugün başlayacak olan III. İstanbul Tirenali’nin tanıtım broşüründen. “Yurtsuzlaşma” ana temasıyla göç ve mülteci sorununa ayna tutulacak Trienal, Cumhuriyet Sanat Galerisi, Taksim/İstanbul’da 25 Eylül’e kadar izlenebilecek.

Hani hep deyip duruyoruz ya kültür sanat alanında iktidar olmadan gerçekten muktedir olunmuyor diye, ki öyledir, çağdaş sanat alanında önemli bir etkinlik İstanbul Trienali.

Trienal’de mülteciliği birebir yaşamış Suriyeli sanatçıların yanında, “Bizim de söyleyecek sözlerimiz var” diyen, aralarında Alman, İspanyol, Kanadalı, Lübnanlı sanatçıların da bulunduğu 11 ülkeden 40 sanatçının eserleri yer alacak.

İstanbul Trienali, Koç ve Eczacıbaşı’nın sponsor olduğu ve onlarca holdingin katkılarıyla düzenlenen İstanbul Bienali’nin yanında çok mütevazi imkânlarla küratör ressam Sn. Hülya Yazıcı’nın olağanüstü gayretiyle sürdürülmeye çalışılıyor.

O günlerde yolunuz düşerse Taksim’e bekleriz, oralarda bir yerlerdeyizdir biz de muhtemelen…