Yukarı Mezopotamya, Dicle ile Fırat nehirleri arasında kalan bölgenin orta ve kuzey kısımlarıydı. Bu bölgeye bizim tarihimizde Cezire dendi; daha sonraları Kürt illeri ve Yavuz Selim’le birlikte Kürdistan.

Bölgede ilk Arap, Ermeni ve Rum Müslümanlardan sonra yerleşik hayata geçen ve Kürtçe konuşan Kırmançlar ve Soraniler Müslümanların ana gövdesini oluşturdular. Dil yapıları daha çok Farsçayla iç içe geçen Lorani ve Zazalar ile birlikte bu dört büyük kabileye sonraları Kürt kavmi denildi.

Konar-göçer olan Türkmenlerin ya da Oğuz kavminin Ön Asya’daki veya Bilad-ı Rum’daki tüm kollarına daha sonradan Türk kavmi denilmesi gibi. (Konunun teorik ve kavramsal arka zemini için ‘Ulusçuluk Çıkmazı / Türklük – Kürtlük ve Çözüm Süreci’ adlı kitabıma bakılabilir.)

‘Kabail’den/kabilelerden ‘şu’b’a/halklara (49/13) yükselen bu kavimler, soy beraberliği (ırk değil) içinde büyüyen aileler gibi tabii ve fıtri aidiyetlerdi.  Tabiîlikleri ortak yaşam, coğrafya ve soy beraberliğine dayanıyordu. Fıtri beraberlikleri de Rabbimizin fıtratlarına yerleştirdiği Allah’ı birleme ve adalet potansiyelini doğru bir şekilde açığa çıkartacak olan vahye, Kur’an’a, yani İslam’a teslim olmaklıklarıyla irtibatlıydı.

Kadim tarihten bir hurafe olarak taşınan insanoğluyla ilgili ırk/‘race’ algısı, beyaz ırkın üstünlüğü tezi ile 19. yüzyılda bir Avrupa ideolojisi olarak üretilmişti. Oysa Veda Haccı’nda Resulullah (s), “Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz Adem’in çocuklarısınız, Adem ise topraktandır. Arap’ın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap üzerine üstünlüğü olmadığı gibi; kırmızı tenlinin siyah üzerine, siyahın da kırmızı tenli üzerinde bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvadadır…” diye buyurmuştu.

Ayrıca bugünkü gen teknolojisi (genom projesi) ırk aidiyetinin vakıasızlığını ve saçmalığını ortaya koymaktadır. Çünkü tüm gen grupları birbiriyle geçişkenlik içindedir.

Bölgede son 100-150 yıla kadar da başta Ermeniler ve Rumlar olmak üzere birçok etnik yapıya (soy yapısına) ait Hristiyanlar İslam şeriatının sağladığı hukuki ortam içinde barış ve dayanışma içinde yaşadılar. Arap, Fars, Ermeni, Rum, Kürt, Gürcü, Oğuz kökenlilerle vd. farklı dil ve renk özellikleri gösteren Müslüman kavim ve kabileler bu bölgede nakız bir İslami yönetim anlayışına ve bazı ufak tefek iç ihtilaflara rağmen, yatay ilişkilerde asırlarca kardeşçe ve İslami dayanışma içinde yaşayabildiler.

yüzyıldan bu yana Batılı egemenlerin emrindeki şarkiyatçıların oluşturduğu Türkoloji, Araboloji, Kürdoloji, Farsoloji çalışmalarıyla sanal ulusçuluk teorileri üretildi ve bu teorilere meyleden içimizde bazı tufeyli aydınlar devşirildi. Emperyalizme uzanan Batı kapitalizmi, Batı-dışı toplumlara sömürü kastıyla hazırladığı sanal ulusçuluk paketlerini ihraç etti.

Fıtri ve vahyi aidiyetlerinden uzak düşmüş veya yabancılaşmış yerli elitler bu ihraç ürünü ulusçulukları coğrafyalarımıza ithal ettiler. Liberal veya sosyalist Avrupa, ilerlemeci anlayışıyla her zaman bizi bizden kopartan bu yabancılaşmanın arkasında durdu.

Acıların yakıcı startı ‘resmi ideolojinin ikonu’ olmuş zatın, ‘Ümmetten bin ulus yaratma’ hamlesiyle başladı. Ve acılar, kahırlar, yasaklar, sürgünler, idamlar…

Şimdi de ‘gecikmiş milliyetçilik’ edebiyatıyla bizi bizden uzaklaştıran Kürt ulusalcılığının faşizmiyle karşı karşıyayız.

Türkiye tevhidi uyanış süreci Türkçü yabancılaşmaya hayır dedi. Şimdi Kürtçü yabancılaşmaya hayır deme vakti.