Mayıs 2010’da vurulan gemimiz Mavi Marmara, 7 ay sonra, Aralık 2010’da İstanbul’a dönmüştü.

Gemimizi karşılamak için Ankaralı Mavi Marmara gazilerinden bir grupla İstanbul’a gitmiştik.

Sarayburnu’nda demir atan gemimize bindim.

Ardından Ankara’ya döndüm, İhtiyar dergisi için bir yazı kaleme aldım. 7 ayda Mavi Marmara ile ilgili yazdığım tek yazıydı. O günden sonra da hiç Mavi Marmara yazısı yazmadım.

“Alınyazım geri döndü” başlıklı o yazı aşağıdadır. Okuyunca neden o kadar süre ve ondan sonra hiç Mavi Marmara yazısı yazmadığım anlaşılacaktır ümidindeyim.

Cenab-ı Allah’a sonsuz hamd ile ve O’ndan mağfiret ve aziz şehitlerimiz Ali Haydar Bengi, Cengiz Akyüz, Cengiz Songür, Cevdet Kılıçlar, Çetin Topçuoğlu, Fahri Yıldız, Furkan Doğan, İbrahim Bilgen, Necdet Yıldırım ve Uğur Süleyman Söylemez için rahmet niyaz ederek ve aziz gazilerimize minnetle…

*****

ALINYAZIM GERİ DÖNDÜ*

Gemiye adım attığım anda gözlerim doldu, titremeye başladım. Elimdeki kamerayı denize fırlatıp atmak geldi içimden. Koşarak gerisin geri çıkmak istedim. Beni gemiye bindirebilmek için büyük uğraş veren Gazi-i Namdar Bahadır İslam olmasaydı, belki bu dediklerimi yapabilecektim. Yapamadım.

***

Bahadır Hocam bütün öfkesi, bütün kederi, bütün neşesiyle anlatıyordu:

“Şurayı revir yapmıştık, acil müdahaleler için, gemide kurşun geçirmeyen tek yer belki de. Şurada vuruldum. Şuradan yaralı taşıdık. İşte Furkan’ın düştüğü yer. Nasıl, salonlarımız ferah, değil mi? Şurada uyuduk, hemen şurada da şarkılar, türküler söyleniyordu. Yahya tam şu filikanın altındaydı, niye orada durduğunu, oradan bir metre öteye gitse neler olacağını kendisi de bilmiyordu muhtemelen. Katliam emri almış keskin nişancılar şuralarda nişan alıyordu. Şehit Çetin Topçuoğlu’nu tanıyorsun değil mi; milli tekvandocu. Şu Gazze Kafe var ya, İsrail televizyonlarında gördüğünüz bizim ‘silahlarımız’ işte buradan çıkarıldı; ekmek bıçağı, tornavida, İngiliz anahtarı, vs…”

Bahadır Hocam anlatırken elimdeki kamerayla kayıt yapmaya çalışıyordum. Ama bu değildi asıl istediğim. Ayaklarım geri geri geziyordum Mavi Marmara’nın koridorlarını, merdivenlerden çıkarken inmek istiyordum aslında.

Utanıyordum, utançtan kıvranıyordum.

Bu halimi fark eden gaziler, her zaman yaptıkları gibi, her zamanki asil tavırlarıyla “gemiye binemeyenlerden” biri olarak beni teskine çalışıyorlardı: “Bu nasip işi, biz bindik ama kendimiz için, kendi adımıza değil, Gazze için, ümmet adına, gemiye binmek isteyip de binemeyen, dua ederek arkamızda duran herkes adına oradaydık. Mavi Marmara’yla gelen her şey hepimizindir.”

Oysa benim üzüntüm gemiye binememiş olmak değildi. Daha açığı, benim üzüntüm, gemiye binememiş olmanın verdiği üzüntüye erişemezdi bile. Ondan bile alçaktı. Çünkü ben onu hissetmeyi hak etmeyecek kadar alçaktım.

Şehitlerimiz her aklıma geldiğinde bir Fatiha gönderiyordum, gazilerimize hizmette ve hürmette kusur etmemeye çalışıyordum, yanımda hiç kimsenin Mavi Marmara hakkında konuşurken “ama” demesine izin vermiyordum. Gelgelelim bunlar ne ki… O şahadetler neymiş, o gaziler nasıl insanlarmış, sırf o 1,5 saat içerisinde yaptıkları meğer neymiş… ancak gemiye adımımı attığımda fark ettim. O zamana kadarki düşündüklerim, hissettiklerim hava cıvadan ibaretmiş. Bunu anlayabilmem için gemiye binmem gerekmiş!

Tüm haşyetimle utandım, yerin dibine girdim. Çünkü “geride kalanlar” arasındaydım ama geride kalmanın dahi hakkını verememiştim.

***

Bu saatten sonra İsrail Türkiye’den özür dilemiş, dilememiş; Hükümet, tavrının arkasında durmuş, duramamış; Türk basını ne yazmış, ne yazmamış… nasıl ilgilenebilirim! Çünkü her ihtimalde benim utancım baki kalacak. Ne zaman bunları konuşmayı, anlatmayı, yazmayı denesem utancım karşıma çıkıp beni susturacak, kalemimi elimden alacak. Ölene kadar bununla yaşayacağım. 31 Mayıs 2010’da, başından sonuna kadar Mavi Marmara alnıma kazınmış aslında… ve Mavi Marmara döndüğünde fark ettim ki, aslında geri dönen unuttuğum, görmezden geldiğim, olmadığını sandığım ve pek azıyla beraber yaşamayı göze aldığım, beni Cenab-ı Allah karşısında ve şehitlerimiz ve gazilerimiz ve Filistin davası ve tarih huzurunda ezik, silik, gerçekten sahte yapmaya yetecek tüm duygularımmış.

***

31 Mayıs 2010’dan bugüne Mavi Marmara hakkında tek satır yazmamıştım, utançtan; hakkını verememekten, şehitlerimizin aziz hatırasına saygısızlık etmekten korktuğumdan; en zarif kelimeleri seçsem bile gazilerimizi belki incitirim, istemeden, farkında olmadan üzerim diye… Ben kimim de ümmetin gözbebeği, Filistin davasının ve tüm siyasi tarihin en seçkin sayfalarından birine demir atan bir gemi hakkında yazı yazacağım diye…

Gemiye adım attığım andan itibaren bu çekincelerim katbekat arttı. Sadece içimdeki karşı konulamaz utancı itiraf edeyim, belki ruhum geçici de olsa biraz sükûn bulur diye bu satırları yazıyorum. Allah biliyor ya, bir daha Mavi Marmara hakkında tek cümle dahi kuramayacağım.

Cenab-ı Allah şehitlerimizden, gazilerimizden ve onların aileleri ile arkadaşlarından razı olsun. Ondan mağfiret, şehitlerimiz ve gazilerimizden helallik dilerim.

(*) Mustafa Kutlu’nun Menekşeli Mektup’undan