Cânım kâri, Anadolu sadece coğrafi bir isim değil. Bir yerin adı değil sadece. Bir muştunun, bir gayenin, bir hayalin ve doğuşun adı. Zulme karşı koyuşun adı, mazluma umut oluşun adı. Ecdat bu topraklara bir müjdeye mazhar olmaya, bir rüyayı hayra yormaya geldiler. Nasıl mı? Anlatayım…

yüzyılın ortaları ve Anadolu kan, ölüm ve acı ile boğuşuyor. Bir doğuma gebe zira ve sancılar çekiyor. Hem de öyle acılı ve öyle dayanılmaz sancılar ki… Ölüme direniyor. Hem hatta ölmeye razı insanlar, doğacak yeni bir millet için canlarından geçiyor. Zulmü durduracak, zalimi susturacak, mazluma umut olacak bir millet… Her bir taraftan maksadı bu kutlu doğuşu durdurmaktan başka bir şey olmayan ve öldürmekten gayrısından anlamayan bir yığının hücumu altında… Yurt bulmak, vatan hayalini gerçek kılmak, devlet olmak ve âleme ilahi nizamı dağıtmak için gelen onlarca Türkmen obasının karşısında ellerinden masumların kanı akan adamlar… Yalnızca öldürmeyi bilen, kan, irin ve gözyaşından beslenenler. Bir yanda öldürmekten korkmayan ve bir yanda ölümden korkmayanlar.

Orta Asya’nın kara yağız ve yiğit evlatları, atlarının yelelerinde umutlarını ve hayallerini rüzgârda savurup da arkalarında uçsuz bucaksız bozkırları bırakıp Yesevî’den aldıkları nefesle toprağa can vermek için dörtnala sürdükleri kısraklarının üzerinde Anadolu’ya bir nefes getirdiler. Çok çile çekti, çok zulüm gördü ve çok ölüme şahit oldular. Aç kaldılar, yurtsuz kaldılar lakin yine de eğilmedi, bükülmediler ve onursuz kalmadılar. Ölmekten hiç korkmadı ama ölümü öldürmek için geldiler ve ölümü korkuttular.

Bir davaya, bir ülküye ve bir mefkûreye asırlar evvelinden inanmışlardı onlar. Hem öyle inanmışlardı ki bitmiyor, tükenmiyor, hayal gibi geliyor lakin ölüm bile o hayali öldürmüyordu. Cihana hâkim olmak istiyorlar, âleme nizam vermek için tutuşuyorlardı. Geceleri rüyalarında bu davayı görüyor, gündüzleri at sırtında hiç bilmedikleri çok uzak yerleri hayal ediyor, erleri konuşurken her kelamın sonu bu davaya çıkıyor, hatunları bebelerine ninni diye bu mefkûreyi söylüyorlardı. Çocukları oyun diye cenk ediyor, oyuncak diye kılıç sallıyorlardı.

Sultan Alparslan’ın Malazgirt’te açtığı kapıdan içeri gönüllerinde iman, dillerinde dua, yüreklerinde cesaret ve akıllarında tek bir dava ile geldiler bozkırın yiğit ve inanmış evlatları. Dağları geçecek, düşmanı ezecek, şehirleri fethedecek ve devlet olacaklardı. Zira dünya zalime bırakılamazdı ve zulmün olduğu yerde yaşanmazdı.

Savaş kılıçla kazanılırdı belki lakin zafer imanla kazanılırdı. Onlar da işte bu imanla sürdüler atlarını. Ve dediler ki “Yeniden bir doğuş olacak ve son atlı şehit düşene kadar koşacak kısraklar. Gittikleri en uzak yerleri vatan belleyecek, gerekirse orada ölecek ve lakin dava yaşayacak. Ve bütün bir cihanı kurtaracaksa bu iman bu maneviyat kurtaracak.”

               Zira Anadolu, vatandır, yurttur, anadır… Ve aşsız, ekmeksiz yaşanır ama vatansız, yurtsuz yaşanmaz…