Arap kamuoyu bugünlerde bir yandan Arap ordularının Haziran 1967’de İsrail karşısında aldıkları büyük yenilginin yıldönümünü anarken bir yandan da Sudan’da yaşanan gelişmeleri takip ediyor.

İsrail’in 5 Haziran 1967’de Mısır’ın Sina Yarımadası’ndaki üslerine düzenlediği hava saldırılarıyla başlayan savaşın sonunda Mısır, Ürdün, Suriye ve Irak ordularından oluşan Arap gücü büyük bir hezimete uğradı.

İsrail, birkaç gün içinde Batı Yaka’yı, Gazze Şeridi’ni, Doğu Kudüs’ü, Sina Yarımadası’nı ve Golan Tepeleri’ni işgal etti.

Dört Arap ülkesinin ordularının İsrail karşısında kısa sürede aldıkları bu büyük yenilgi daha çok “En-Nekse”, yani “iyileştikten sonra hastalığın yeniden nüksetmesi” adıyla bilinse de gerçekte Filistin için İsrail’in kuruluşunun ilan edildiği 1948’deki işgalin ardından yaşanan ikinci bir “En-Nekbe”, yani “büyük felaket”tir.

Haziran 1967’de yaşananlar, hem Cemal Abdunnasır’ın bayraktarlığını yaptığı Arap milliyetçiliğinin hem de Arap ordularının gücünün ve rolünün sorgulanmasına yol açtı.

Alınan ağır yenilginin sebebini Arap ülkelerinin gafil avlanmasına bağlayanlar olduğu gibi İsrail’in kısa sürede birçok bölgeyi işgalinin ardında gizli anlaşmaların bulunduğunu öne süren ve Arap liderlerin Filistin davasına ihanet ettiğini söyleyenler de var.

O günkü hezimetin sebebi ne olursa olsun, ortada inkâr edilemez bir gerçek söz konusu.

İsrail karşısında korkak tavşana dönen Arap orduları, kendi halklarının ve masum sivillerin önünde adeta birer kaplan.

Dolayısıyla şu soru gündeme geliyor:

“Bu orduların görevi ülkelerini düşmanlara karşı korumak mı yoksa kendi halklarını bir numaralı düşman gören diktatör rejimleri ve vesayet düzenlerini ayakta tutmak mı?”

Arap Baharı sürecinde yaşananlara bakınca ikinci şıkkın doğru cevap olduğu rahatça görülebilir.

Arap sokağında anket yapılıp halka bu soru yöneltilse Arapların ezici çoğunluğunun da yine aynı cevabı vereceğine eminim.

Hatta bazı ordularının diğer ülkelerin paralı askerlerine dönüştüğü dahi söylenebilir.

Mısır ve Sudan orduları bunun en güzel örnekleri.

Sudanlı generaller, Suudi Arabistan’ın vereceği üç-beş kuruş uğruna çocuk yaştaki Sudanlıları Yemen’de savaşmaya gönderiyor.

Ülkede kurdukları vesayet düzeninin Ömer El-Beşir’in devrilmesinden sonra da devam etmesi için mübarek Ramazan ayının son günlerinde Hartum’da katliam yapmaktan çekinmediler.

Sudanlı Doktorlar Komitesi’nin bildirdiğine göre, ölü sayısı 113’e ulaştı.

Askeri yönetime karşı çıkan ve sivil hükümet isteyen halkın üzerine ateş açan askerlerin onlarca cesedi Nil Nehri’ne attığı ortaya çıktı.

Sudan ordusu, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin desteği ve talimatıyla tüm dünyanın gözü önünde katliam yapıyor.

Riyad ve Abu Dhabi’nin halk iradesinden ve demokrasiden duydukları korkunun giderilmesi için masum Sudanlıları öldürüyor.

Böyle bir yapıya “ülkenin milli ordusu” denilebilir mi?

1967’deki hezimetten bugüne Arap rejimlerinde ve ordularında çok fazla bir değişiklik yok.

Dün en azından yalandan da olsa İsrail’e karşıydılar.

Bugün ise ihanetlerini ve düşmanla işbirliklerini gizleme gereği dahi duymuyorlar.

İçlerindeki darbecileri temizleyip arınmadıkları takdirde Arap halklarının bu tür askeri yapılara “kahraman ordumuz” gözüyle bakmayı terk etmesi artık kaçınılmaz hale geldi.