Yolculuk devam ediyor. Bazen ileriye bazen derine. Bazen geçmişe bazen geçememişe. Yollardayım her gün. Yoldan çıkmak için bile önce bir yola girmiş olmak gerektiğini bilerek adımlıyorum hayatı. Peşinden koşarken bir türlü yakalayamadığım hikayeler, beklenmedik bir anda göz kırpıyor kaylüle mahmurluğuyla. Genelde deklanşör şaklaması yahut şimşek çakması kadar anlık zaman dilimlerinde kendini gösteren bu hikayeler dimağımda bir A4’lük yazıya dönüşürken, ben, ya tramvayda dengede durmaya çalışıyorumdur ya metrobüste hayatta kalma mücadelesindeyimdir ya da aslında faturaların son ödeme tarihini kaçırmak üzereyimdir.

Herkes gibi türlü hallere girip çıktığım doğrudur. Çeşitli sebeplerden ötürü yazmaya vakit ayıramadığım da.Öncelikle gecikme için sizlerden özür dilerim. (Sanki kendimi ne sanıyorsam!) Yine birkaç zamandır zihnimi meşgul eden bir fotoğraf karesi var. Deklanşöre basıldı. Bir A4’lük hikaye, aydınlığını gösterdi ve yazılmayı bekliyordu. Ben de şartların olgunlaşmasını bekledim (!)

Kabataş’tan tramvaya binmiş gidiyorum. Yirmili yaşlarda yağız bir Türk genci elinde Baudelaire kitabıyla araca bindi. Görünce hoşuma gitti tabi. Acaba Ahmet Haşim’i de biliyor mu diye düşünmeden edemediysem de çok satanlardan biriyle dolaşmamasından hoşnut oldum. Gayri ihtiyari tebessüm bile etmiş olabilirim.

Birkaç durak sonra Sultanahmet dolaylarında, konuşmalarından Fransız olduklarını anladığım çoluklu çocuklu bir turist aile, hunharca kahkahalar eşliğinde tramvaya bindi. Bir ara çocuklardan birinin, Baudelaire okuyan gencimizin elindeki kitaba baktığını fark ettim. Şimşeğin çaktığı an buydu. Acaba Fransız bir turist, Sultanahmet Meydanı’nda Baudelaire okuyan genç bir Türk görse neler hisseder?

On dokuzuncu yüzyılda, elli yıl bile yaşamamış bir Fransız şairin yaklaşık iki yüz yıl sonra bir Türk genci tarafından Sultanahmet’te okunuyor olması ve bunun bir Fransız genç tarafından görülmesi neler hissettirir?

Gurur? İftihar? Kibir? Hepsi.

Bizim şairlerimizi elbette severim. Baudelaire’i de öyle. Zaman zaman bizim şairlerin seviyesine ulaştığı olmuştur. Bir Fuzuli, bir Nedim, bir Şeyh Galip, bir Yahya Kemal, bir Necip Fazıl değil sonuçta. Ama Eyfel’in dibinde Fuzuli okuyan bir Fransız gençle beyit şerhi yapmayı isterdim doğrusu.

Diğer taraftan ilginç olan bir şey daha var. Biz Doğuluların öve öve bitiremediği Batılılar, Doğu’yu ve doğruyu keşfetmek için pek çok seyahat düzenlemiş. Hatta Baudelaire’in de bir dönem Hindistan’a gittiği biliniyor. Demem o ki, Batı’yı okumaya gösterdiğimiz özen kadar Doğu’ya da özen göstermezsek; bu yazıyı iki yüz yıl sonra bir Fransız’ın okuma ihtimalini tamamen ortadan kaldırmış oluruz. Au revoir!*

“nadir çiçeklerin

kokusu amberin

uzak kokusuyla beslenir;

tavanlar ne zengin,

aynalar ne derin,

ne doğulu görkemlilik bu;

orada her şey, ince,

kendi öz dilince,

gizleriyle doldurur ruhu.

orda her şey, süs ve güzellik,

erinç, haz ve dirlik, düzenlik.”

Charles Baudelaire

*: Hoşçakalın!