Ne çok derdimiz var değil mi kâri? Ne kadar çok hüzünleneceğimiz, dertleneceğimiz, geceleri uyku nedir bilmeyeceğimiz, gündüzleri kendimize gelemeyeceğimiz şey var. Doğru, her birimizin kendince dertleri, sıkıntıları, hüzünleri sarmış halde etrafını. Ve bitmiyor, tükenmiyor. Her bir yanımızı saran husumetler, içimizde ur gibi biriken ihanetler, sonra gönlümüzü bunaltan dertler... Hepsi ve hepsi bir an olsa kendimize bırakmıyor bizi. Kime sorsan bin bir âh işitiyor, kiminle otursan efkarla kalkıyorsun. Her sözün sonu bir dert ile kafiyelenmiş ve eskilerin dediği yine doğru çıkıyor; bir dokun bin âh işit kâse-i fâğfurdan...

İnsan sıyrılmak istiyor bazen bunca derdin arasından. Hani kurtulmak istiyor. Biliyorum günlük gündelik mevzuların içinde nefes almanın dahi ne denli zor olduğunu ve biliyorum etrafımızı, her bir yanımızı saran bunca ihanet ve bunca melanet varken şöyle kendimizce ve içimizden geldiğince bir tenhaya çekilip de huzur bulamadığımızı. Bazen diyorum kendi kendime belki de bunca sıkıntıyı yaşamamızın bir nedeni de çok evvelden kendimize sıkıntı etmemiz gerekenleri dert etmemiş olmamızdır belki de. Yani nasıl desem, insan şunu da düşünmüyor değil; bunca dert, sıkıntı da sebepsiz değil. Düşmeden kalkılmıyor, kaybetmeden bulunmuyor. Ama işte bu sadece şimdinin değil, o zamanın da derdi olmalıydı. Belki de öyleydi ama güç yetmedi, olmadı, yapılamadı. Bilmiyorum. Neyse bunu daha evvel yazmıştım sana zaten. Söylemiş, dertleşmiştim. Onun için geçiyorum, yani bu bir bahis-i diğer...

İşte bazen bütün bunca gaileden sıyrılıp hani şöyle bir kıraathaneye gidip de bir dost bulup kendine –ki zordur bulmak ve bulanlar da kısmetli insanlardır- keyifle bir bardak demli çayı dumanı tüterken yudumlayıp da gerçekten bir muhabbete salıversek kendimizi... İnsan ne yapsa da ne etse de zihninden çıkaramıyor biliyorum bunca olanı. Lakin hayal ediyorum işte. Bir kıraathanede oturmuş inceden gelen bir rüzgar sesiyle seyrederken etrafı. Hayal gibi geliyor şimdi bunlar. Ben de biliyorum zira aynı hayali ben de kuruyorum. Ne bileyim öyle çok lüks aramıyor insan böyle hayallerin içinde. Bir eski tahta tabure pek çok koltuktan daha rahat geliyor insana. Sonra ince belli bardaktan içtiğin otlu çay bilmem hangi zincir markanın bir ayin havasında önüne getirdiği her içecekten daha fazla lezzet veriyor. Ve hele ki her gün ve her an zihnimize zerk edilir gibi ve herkesin bu misalde alimmiş gibi konuştuğu siyasetten, günlük ve geçici onca malumattan, beyhude sohbetten sıyırabilirsen kendini, bir de şiir konuşursan mesela, bir kitabı anlatır ve karşılık bulursan... Bir de kulaklarını patlatırcasına ve ne dediğini bile anlamadığın şarkılar değil de şöyle derinden ve tatlı tanıdık bir şeyler dolarsa kulağına... Ne güzel olur. Hayal kâri, hayal işte...

Ama yapamıyoruz, olmuyor. Şimdilik sadece hayalde kalıyor hepsi. Zira zihnimizin bir yerinde sinsi bir ur gibi duran ve sanki vakti geldiğinde bilir gibi onulmaz ağrılarla bizi kıvrandıran dertlerimiz var. Öyle ki sıktıkça her seferinde içinden irin akıtan ve kurumayan çıban gibi dertler bunlar. Başımızdan bir an olsun eksik olmayan sancılar gibi. Ama geçecek, hem de hepsi geçecek. Az hatta çok az kaldı. Hainlerin de tefrika çıkaran, menfaatleri peşinde koşanların da hepsinin oyunları elbet dönecek başlarına.

Ve o gün belki de hepimiz bir caminin avlusunda tahta iskemlelere oturup demli çaylarımızı yudumlarken masanın üzerine yanımızda taşıdığımız kitaplarımızı koyup da sevdiğimiz şehirlerden, hamd kafiyeli şiirlerden ve türkülerden bahsedeceğiz. Tanımadığımız, hiç görmediğimiz, ismini bilmediğimiz insanları masamıza davet edecek, bilmem hangi vakitten zihnimize mıhlanmış bir Karakoç şiiri okuyacak, Meriç’ten cümleler söyleyeceğiz.

Yakamızı biraz bırakırsa dünya…