Kavramlar tarihinin bir hakikati olarak, her kavram gibi “demokrasi” kavramı da ihtiyaçlara, ideolojilere göre, toplumdan topluma ve dönemlere göre farklı anlamlar alarak günümüze gelmiştir.

Reinhart Koselleck’in öne çıkardığı başka bir hakikat vardır ki o da; “İnsan yaşamına dair her şey ister şaşırtıcı ve yeni, ister tekerrür eder mahiyette olsun, tecrübeden oluşur.” şeklindedir.

Bu cümleyi benzer bir anlamla fakat biraz farklı kelimelerle dile getirse de -sosyolojinin kurucu babalarından Emile Durkheim’ın yeğeni, Claude Lévi-Strauss gibi büyük bir antropoloğu etkilemiş- Fransız sosyolog ve antropolog Marcel Mauss da, “Bir yenilik ne kadar şaşırtıcı bir görünümle karşımıza çıkarsa çıksın, arkasında büyük bir gelenek barındırır.” ifadesiyle çok daha öncelerden söylemişti.

Bu vesileyle “Demokrasiden önce yaşananlar olmasaydı; demokrasiye ulaşmak da mümkün olamazdı.” diyeceğiz.

Buradan geri dönmeyeceğiz tabii, lakin kusursuz olarak da görmeyeceğiz demokrasiyi.

Elbette demokrasi fikrinin oluşumu ve kazandığı mesafe oldukça önemli olsa da hâlâ onarılması, geliştirilmesi gereken çok ciddi zaaflar var.

Devletler tarihinde -ister monarşi olsun ister demokrasi olsun- her iktidar, kendini mutlaka bir meşruiyet kaynağına yaslamıştır.

Aksi hâlde ayakta kalamaz, yaşayamazdı.

Bu kaynaklardan biri “ilahi” diğeri ise “toplumsal” olmuştur.

Bugün dünyada monarşiler de olsa kahir ekseriyeti seçimlerle iş başına gelen iktidarlar vardır.

Bu noktada Emile Durkheim’ın da ifade ettiği, demokrasilerin hem en güçlü hem de en zayıf yanını temsil eden “seçimler” ile ilgili birkaç sözü ifade etmek istiyorum.

Aksi hâlde Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi ile ne kazandığımızın idrakine varamayız.

O idrake varamadığımız zaman da bugün KAAN gibi göğsümüzü kabartan, gözlerimiz yaşararak izlediğimiz daha nice eserin varlığını hakkıyla yorumlayamayız.

Neredeyse ortalama bir buçuk yılda bir yapılan seçimlerin bu ülkeye neler kaybettirdiğini de elbette hiçbir zaman algılayamayız.

Seçimlerin uzun aralıklarla yapılması, devlet ile seçmen arasındaki otorite dengesinin korunması açısından son derce önemlidir.

Evet, oy hakkı vatandaşı devlete karşı güçlü kılan bir hak ve meşruiyetin temel kaynağı olma vasfı veriyor.

Seçimlerin olmadığı bir sistemin, totalitarizme kayma olasılığı çok yüksektir.

Lakin sık sık oylarına müracaat edilen seçmenin de iktidarlara bakışı, tersten bir otorite tanımazlığı ortaya çıkıyor.

Daha amiyane tabir ile söylenecek olursa “devlet ile toplum arasındaki ilişki cıvık bir hâl alıyor” denebilir.

Yakın tarihimizin âdeta bir “darbeler tarihi” olmasının en temel sebebi de işte bu cıvımadır.

Bu cıvıklaşan ilişki, askerî vesayet unsurlarına, “Sarsılan otoriteyi yeniden tesis etmek içün” fırsatı veren şey olmuştur ne yazık ki!

Başka bir taraftan da “Ne vereyim abime” tarzı bir vaatler silsilesiyle gelen, tembel ve sürekli bir şeyleri devletten bekleyen bir toplum inşa edildi.

Gecekondulaşmanın altında yatan en temel saikin de işte bu cıvıklaşma olduğunu birçok ispatıyla izah edebilirim.

Lakin yazım bunun için yeterli hacmi sunamıyor şimdilik.

Belki başka bir yazıda bu konuyu farklı bir zeminde açarız.

Bugün seçimlerin beş yılda bir yapılıyor olması hem bir öngörülebilirlik hem de devlete otoritesini kurma, koruma fırsatı vermiştir.

Seçmenin ya da milletin “meşruiyetin kaynağı” olma vasfı da çok daha işlevsel hâle gelmiştir.

Bugün büyük bir çarpıtma ile “diktatörlük” eleştirisi yapanların dayandığı hiçbir tarihî hakikat yoktur.

Devlet otoritesinin, siyaset kurumu tarafından korunmasının en temel kaynağı olan seçimlerin, devlet otoritesinin askerî vesayet tarafından korunmasına yol açan bir kanala dönüşmemesi çok optimum bir zaman aralığı gerektiriyor.

İşte o ideal aralık -elbette dört ya da yedi yıl gibi farklı alternatifler ileri sürülebilse de- bana göre ve ülkemizin sosyolojik dokusu açısından beş yıldır.    

Sürekli seçim yapmak ile hiç seçim yapmamak arasındaki ortak nokta; ikisinin de despotizm, kaos ve şiddet ürettiği gerçeğidir.

Değişen ise sadece aktörlerdir…