Sonbahar henüz yaz günlerinden kopamamıştı. Yapraklar da ağaçlarından… Sararmaya yüz tutsa da inatla dallarına tutunmaya çalışmaktaydı yapraklar.

Oysa yakındı ayrılık. Birlikte geçen dört mevsim ile yorgun, yaşlanmış, kurumuş ve sararmıştılar. Döngünün sonuna geldikçe, toprağa düşmekten korkmaktaydılar.

Yapraklar için de bir ‘bilinmeyen’ demekti, toprak. Ağacın toprağa ait olduğundan habersiz korktular topraktan. Özleri, ağaç kökleriyle bir olurken; yapraklar da insanlar gibi ölümün “beşinci mevsim” olduğunu anlayacaktı bugünlerde…

x X x

Yaz ‘sonbahar’ olarak dönüşür, yapraklar kendini birer ikişer bırakırken; ayrılık masanın üzerinde, son yudumu ‘hatıra gibi’ bırakılmış olan iki çay bardağında duruyordu. Ayrılık, iş güç bittiğinde keyifle yaslanılan masanın gerisindeki sandalyenin kapıya dönük biçimindeydi.

Adıyla seslendiğinde, gideni yitirmiş geri dönüyordu ses yankısı… Ayrılık masanın üzerindeydi; iki çay bardağı arasında. Kalanların, gidenin masa başındaki pencere kenarında içtiği sigaranın ucundaydı. Kül düşmesin diye üzerine titrerlerken; yer çekiminden kurtulunca kül de ayrılık da ‘tüy gibi’ oluyordu. Tüy de bir ağırlık taşıyordu sonuçta…

Ama ayrılığın özgül ağırlığı yoktu; kendisi vardı. Ayrılık zordu.

x X x

Bizim çıktığımız coğrafyada sevmeyi söylemek yoktur. Baba çocuğunu kucağına almaz, uyuduğunda başını okşardı. Yürekten ağzımızı doldurarak söyleyemedik belki; ama biz de sevdik. Sen de seviyordun, biliyorum. Kaçar gibi gidişinden belliydi.

Ayrılık, bunu fark etmeyişindeydi.

x X x

Her gidiş aynı olmuyor. Bazısı derin yarıklar açıyor, doldurulamayacak boşluklar bırakıyor. ‘Keşke tanımasaydım, keşke sevdirmeseydi kendini’ diyorsun.

Reşat Nuri, Çalıkuşu’nda ne diyordu:

“İnsan, yaşadığı yerlerde beraber bulunduğu insanlara görünmez ince tellerle bağlanırmış; ayrılık vaktinde bu bağlar gerilmeye, kopan keman telleri gibi acı sesler çıkarmaya başlar. Hep birinin gönlümüzden kopup ayrılması ayrı bir sızı uyandırırmış.”

Şimdi sen yoksun, hâliyle ben yokum. Sevginin boyutu daha iyi anlaşılıyor dolayısıyla. Bir insanın, varlığına ne kadar geçmiş olduğunu kavradığında; ruhun onu tutar ve bırakmaz. Koca bir geçmiş artık kendi kendisiyle, alçak sesle konuşmakta… Ayrılık biraz da ölüme benziyor. Bu yüzden ayrılık, sevginin türbesidir.

x X x

Ayrılık mukadder belki yazanlar için.

Bizim gibilerin üç derdi olur ekseriyetle; ayrılık, yoksulluk ve ölüm… Ama gariptir; adı konulmaz bir biçimde dosttan da düşmandan da ayrılırken tuhaf oluyorsun. Ayrılık ilk tanışmayla başlıyordu belki de; ama hep ansızın gerçekleşiyordu işte. Hazırlıksız yakalanmıştık.

Ayrılık, masanın üzerinde iki çay bardağındaki dudak izindeydi.

Bir yerden hafızamda kaldığı gibi:

“Beklerim ben seni, bir daha bulabilme ümidi ile beklerim ben.

Mezarıma geleceğini bilsem hiç düşünmeden ölürüm ben…”