Kayıt tutmayız, deftere sır vermez, tek kelam etmeyiz. Kitaplarla konuşmaz, onları hiç dinlemeyiz. Dedelerimizden dinlediğimiz birkaç sohbet bakiyesi, oradan-buradan işittiğimiz bazı tarih ve ibret numunesi… O kadar! Tarih deyince havsalamızda cana gelen bütün bir hayat bu kadar işte…

Oysa geçmişe çoğu vakit hayranımdır ben.. Öyle çok ki bazı vakitler o anlarda yaşamış olmak için, en azından bir rüyada görmek için dualar dizdim uykularımın gerdanına. Hafızamın en derin kuyularına onu atmaya gayret edenlere inat bir Yusuf oldum sanki ve ıssız, sessiz, kimsesiz bir çölden geçecek kervanı bekledim. Elbet ki o kervan bu günün sisli, kasvetli ve hatta kirli camları ardından görünmeyecek. Belki de kimse o camlara şöyle cesim bir taş indirmeyecek. Kırmayacak kimse gözlerinin önünde duran camdan duvarları. Ardını görecek lakin el sürmeyecek. Belki de bir gün gelecek hakikat denen incinin kıymetini anlayacak insanlar. Ve belki de o günden sonra kimse geçmişe sövmeyecek…

Ben belki de bu yazıyı her kim okursa bazılarının sövmekten ar etmedikleri atalarına en azından bir Fatiha okusunlar diye yazdım. Ayasofya kubbesinde bekleşen melekleri utandırmasınlar diye yazdım. Onlarcasının kandığı bir yalanla kendilerini dahi kandırmasınlar diye yazdım. Ve ben belki de bu yazıyı bir ateşi söndürmek, bir günahı öldürmek için yazdım.

Geçmişi hep sevdim ben. Sevdim çünkü ne vakit İstanbul’un bir yerine bakacak olsam Fatih’i gördüm. Sevdim çünkü hangi aralık Batı’dan bir rüzgâr esecek olsa Sultan Süleyman’ın bir “altın lenger” içinde toprağa gömülen emanetlerini haylimde gördüm. Hangi aralık biri Kosova dese Murad Han ile o savaş meydanında ben de öldüm. Ne vakit şiir okuyacak olsam hatırıma Bâkî, Gâlib, Nedim, Nef’î, Nâbî geldi. Sevdim çünkü yeni yapılmış hangi camie gidecek olsam gözlerim Fatih’in, Süleymaniye’nin, Sultan Ahmed’in, Selimiye’nin ve hatta Ayasofya’nın ihtişamını aradı. Sevdim çünkü hangi aralık Topkapı Sarayı’na düşecek olsa yolum ayaklarımı yere döşeli taşlara dokundurmaya korktum bir hatıranın üzerine basarım diye. Geçmişi çok sevdim çünkü ne vakit bakacak olsam Yavuz’un belki de gerçekten o olmayan resmine, kendimi görmek için, ona benzeyen bir yanımı bulmak için çatlarcasına gayret sarf ettim. Sevdim çünkü ne zaman biri o çok bilindik şekliyle bir tekbir getirse hatırıma Itri’nin o hiç görmediğim yalnızca hayal ettiğim yüzü geldi. Sevdim çünkü geçmişine sövenleri gördüm… Sonra utançtan kapadım gözlerimi bir gece vakti riyadan, gururdan korkarak sessizce şehre giren yavuz bir “Sultan” gördüm. Onun tevazuundan utandım. Ve kendimden utandım bu gün onların ardından ve onların canını verip de fethettiği topraklarda yaşadığı halde arkalarından sövüyor olanların suratlarına Allah ne verdiyse deyip de bir tokat aşk edemediğimden.

“Tarih ancak tarihle fethedilir” diyorlar. Doğru söz, şerh etmeye ne hacet! Lakin tarihsiz bir tarih yazmak için gayret edenlerin bu denli şevkle bu işe sarılmalarına ellerimin tersiyle alkış tutuyorum. “Ne var?” diyorum, “Ne olacak sanki?”onlar yok deyince koskoca bir çınar yok mu olacak? Koskoca bir deryadan bir yudum su içse bir kelb, deniz pis mi olacak? Ama vazgeçmiyor insanlar baktıkları yerden görmeye gayret etmekten. Vazgeçip de görebilecekleri bir yana çekilmiyorlar. Dargın ölüler, dirilere dargın, küskün ölüler var… Biliyorum…