1998’in soğuk bir İstanbul ikindisi…

Yeşilköy Havaalanı’nın 106 No’lu çıkış kapısından Kıbrıs’a gidecek yolcular arasındaki biri, heyecanlı ve meraklı gözlerle etrafındaki farklı ve yenidünyayı izliyordu çocukça bir dikkatle…

İlk kez bu kadar yakın olduğu demirden dev kuşlar, emniyette olduğundan kuşku, dahası korkuyla boğarken ‘küçücük yüreğini’ babasının ellerini sığınak yapmıştı, kalkan etmiş, güven sağlamıştı kendine…

Az sonra ‘ayağının yerden kesileceği ve bulutlara yükseleceği’ fikri, içini sevinçle doldururken, “yaşı küçük bir dizi tedirginlik” de nefesini kesiyordu.

Büyük bir gürültüyle İstanbul’dan kalkan uçak, alkışlarla Ercan Havaalanı’na indi hesaplanan saatte…

Yavru vatanın küçük havaalanı, bu mevsimde terk edilmiş gibi hüzünlüydü…

Zamansız seyahatle, bir tek portakal ağaçlarının yaydığı neşeye talim ederken, taksilerden sokağa dağılan davetkâr, kırık bir Türkçe’nin peşine takılıp, dağlardan salıveriyordu hayallerini deniz seviyesine doğru küçük çocuk…

Aile, Kıbrıs rüzgârıyla Girne’ye doğru savrulurken, “Tarih boyunca; istilalar, savaşlar ve katliamlarla yorgun düşmüş toprakların, Cumhuriyet Türkiye’siyle azdırılması, zevk, sefa, kumar ve her türlü keyfi açlığın doyurulduğu eğreti bir mesken yapılması, hem sert hem de haksız ve ne acı bir paradigma değişimi yaşatıyordu…”

Günbatımında güneş seviyesindeki o mahcup bayrak, buğulu dalgalanışlarıyla böyle dert yanıyordu sanki misafirlerine…

Beşparmak Dağları’nın korumasıyla Girne Kalesi’ne ulaşınca, Akdeniz Limanı’na hakim etkileyici yapının sadece adanın değil, koca bir ülkenin, Türkiye’nin de güvenliğini sağladığını hissediyorsunuz. Kıbrıs’ı Akdeniz’in berisinden görmeye alışmış bir insan olarak, denizin ortasındaki kara parçasından bu yana bakmak ilginç bir his yaşatırken, Antalya’nın güneyinde sıcacık bir duygu keşfediyorsunuz; eskilerin hayatlarını bıraktığı Girne Kalesi’nin burçlarında.

Öte taraftan, Lefkoşa’daki Barbarlık Müzesi’nin kapısından içeri attığınız ilk adımla da yarım asır geriye, 1960’lara gidiyorsunuz. Belki de, kiminizin yaşamadığı o yıllara…

Hayatta olmadığınız bir dünyanın içine girince, kendinizi savaşın ortasında gibi hissediyorsunuz…

Kıbrıs Türk Kuvvetleri Alay Doktoru Binbaşı Nihat İlhan görevdeyken, evine giren Rumların, banyoya saklanan eşi ve üç çocuğunu, kalaşnikoflarla katlettiğini, yüreğinize isabet etmiş kurşun acısıyla görürken; cani saldırganlara öfkeyle doluyor, sığındıkları banyodaki küvetin içinde, çocuklarıyla şehit edilen kadının çığlıkları, kulaklarınızdan uzun süre kesilmiyor. 1963’te katledilen o ailenin duvarlara sıçrayan beyin parçaları, sizin kalbinize yapışırken, hâlâ “barış” kelimesinden bahsedebilen insanların, bilgeliğinin yanında hiçliğinizi kaçınılmaz olarak kabul ediyorsunuz.

Dünyanın tanımadığı bu başkentte, Rumlarla Türkler’i birbirinden ayıran Yeşil Hat, tehdit altında yaşayan bir milletin yakasına Fazıl Küçüklerin, Rauf Denktaşların taktığı “hürriyet kurdelası” gibi duruyor.

Gazimağusa’da, Mağrip kökenli Venedik Donanması Komutanı’nın adını taşıyan Othello Kulesi’nin zindanları, kimlerin kimlerden ayrı kaldığı, hangi hayatların tükendiği düşüncesiyle ürkütücü bir soğukluk yayıyor.

*

Kıbrıs’a dair; 1998’de düştüğüm not:

“Akşam olmasın istiyordum.

Karanlık bir kederdi burada akşam…

Akşam demek, ölmek demekti… Akşamları ev ve sokakların ışıkları yanmazdı. Bir ölü ülkenin akşamları, seni fısıldardı zifiri karanlıklarda…

Gün çekip gitti mi; yalnızlık, sensizlik ve ölüm başlardı.”

Kıbrıs’ta yine ölümler yankılanıyor. Suriye’de sivillerin üzerine dökülen bombaların sesi, Kıbrıs’tan da duyuluyor. Dinlenmek için 21 yıl sonra aynı yerde olanlar, 21 yıl önceki gibi, gün çekilince, ölü ülkenin akşamlarında ölümlerin de çoğaldığını hissediyor.

Ve şu günlerde, doğalgaz uğruna dünyanın leş kargaları yeniden dev gemilerini döndürüyor Kıbrıs’ın etrafında…

Ekonomik çıkarlarından sıyrılmış “barış” diyen birileri, politik menfaatleri uğruna gaddarlaşanları değil de; sizi, bizi, hepimizi utandırıyor.