Ah Fransa!

Aslında senin ne olduğunu en iyi biz biliriz; ama daha çok sen bizim kim olduğumuzu iyi bilirsin…

Mademki bugün eski defterleri açıyoruz ve mademki ortak noktalarımızı değil de farklılıklarımızı öne çıkarıyoruz, o zaman biz de bu güncel gerçeğin dışında kalmayalım…

Bakalım kim vefalı, kim sinsi ve “yediği çanağa pisleyecek” kadar nankörmüş; herkes daha açık ve net olarak görsün…

Fransa’nın can yakmaktan ve tehlikeyi körüklemekten imtina etmeyen halini yine bir Fransız tarihçiye, Lucien Febvre’e söyletelim: “Tehlikeyi teşhir edebilme zevki için tehlike yaratma” sözüyle…

Türklerle Fransızların gerçek anlamda karşılaşması ve inişli-çıkışlı tarihlerinin miladı, Kanuni Sultan Süleyman dönemine kadar uzanıyor…

İspanya Kralı Şarlken’e yenilen I. François’nın, Kanuni’den yardım istemesi ile başlayan ve bana göre Fransızların -tek başına- vefa göstermesine yetecek kadar “dostluk” ve yardımla neticelenen bir başlangıç…

Yaklaşık iki buçuk asır süren ticari imtiyazlar dönemini de buna eklediğinizde, bütün bu iyiliklere karşı Fransa’nın Mısır’ı işgaliyle başlayan vefasızlıklar silsilesi saymakla bitmez…

Osmanlı eğitim sistemindeki Fransızca etkisini, Osmanlı subaylarının ve aydınlarının neredeyse anadili gibi Fransızca konuşmasından çıkarmak hiç de zor olmasa gerek…

Osmanlı’nın son dönemlerinde, çocuk yetiştirmek üzere İstanbul’a gelen Fransız mürebbiyeler, eğitim almak için Fransa’ya koşan öğrenciler de bu iki buçuk asırlık “güya dostluk” denecek dönemin bizdeki hazin yansımalarıdır…

Peki, bütün bunlara karşı Fransa’nın cevabı ne olmuş/oluyor…

Kültürel olarak Batı’nın temel kodlarından hiç de farklı olmayan ve Osmanlı’yı tabiri caiz ise hiç beklemediği şekilde “yumuşak karnından” vuran derin bir sinsilik ve düşmanlık…

Fransızcayı iyi bilmenin getirdiği avantajla II. Abdülhamit Hana karşı muhalefet eden herkese adeta “karargâh” olmuş bir Fransa’nın, İttihat ve Terakki üzerinde dolayısıyla da I. ve II. Meşrutiyet üzerinde oluşturduğu etkiyle, Osmanlı’yı nerelere sürüklediği, inkârı mümkün olamayacak kadar acı bir gerçek değil mi?

I. Meşrutiyeti desteklemelerinin en önemli sebebi de Genç Türklerin, “Fransız masonluğu sistemine bağlı olmaları”ndan başkası değildir…

Bütün kadirşinaslıklara rağmen Fransız kültüründe yer etmiş ve kökü, Osmanlı’nın gücünden korkan Batı dönemlerine kadar uzanan ve Türkleri aşağılayan onlarca söz, deyim ya da kavram vardır…

Fransa’nın Doğu Meselesi, elbette İngilizlerle giriştikleri rekabetten bağımsız da okunamaz…

Bu sebeple Fransa’nın Türklere bakışı, Doğuya bakışından azade değildir…

1850’lerde bir gravürde yazan ve tersten okuduğunuzda; “Dostlarımız Türk olmayanlardır” sözünün sahibinin Fransızlar olduğu gerçeği de, bu bakışı teyit eder niteliktedir…

Bu arada, “Türk gibi güçlü” sözünün bir iltifat olmadığı, “barbar” vurgusuyla söylendiği de unutulmamalıdır…

Yine Fransız sözlüklerinde yer alan ve ağaçların kabuğu ile gövdesi arasına girerek suyunu emen bir kurdun isminin “türk” olarak tarif edilmesi bir tesadüf olabilir mi?

Kılsız bir köpek türünü “Türk köpeği” olarak isimlendirmeleri de yine Fransız Dili Sözlüğü’nden beslenir…

Sadece sözlüklerle sınırlı kalmayan ve Türklerin inançlarını, kültürlerini, ırklarını aşağılayan Voltaire gibi diğer aydınların da, onlarca yargının sahibi olduğunu unutmadık/unutmuyoruz…

Ey Fransa!

Sen aynı Fransa olabilirsin; ama biz artık seni şaşırtacak kadar farklı bir Türkiye’yiz…

Bu gerçeği sakın unutma!