Hayat bazen dev cümlelerle değil, küçük suskunluklarla anlatır kendini. Gürültülü başarıların, alkışlı anların, kalabalık sofraların ötesinde; sessiz bir sabah, pencere kenarında içilen sade bir kahve kadar derin olabilir yaşamak. Bir sokak lambasının altında yavaş yavaş yürümek, dalgın bir bakışla gökyüzünü izlemek, bir dostun omzuna yaslanıp hiç konuşmadan anlaşmak… Büyük mutluluklar, çoğu zaman büyük olayların değil; küçük ama dolu anların içine gizlenir.

Koşturmacanın içinde kayboldukça, durmak bize lüks gibi gelir. Sürekli bir yere yetişme hâli, sürekli bir şeyleri tamamlama baskısı… Günün sonunda biten işler değil, bitkin bir zihinle kalakalırız. Oysa bazen durmak, en büyük adımdır. Çünkü o küçük sessizlikler, insanı kendine döndüren fısıltılardır. Sesini yükseltmeden, dikkat çekmeden usulca seslenirler: “Buradayım. Sen neredesin?”

Orada yalnız kalmazsın, kendinle tanışırsın. O suskunluk anları; dışarıdan bakıldığında boş gibi görünen ama içte en çok anlamı barındıran anlardır. Çünkü iç sesin, en çok sessizlikte duyulur. Ve bazen sadece sessizliğe izin vererek, insan kendi hakikatine yaklaşabilir.

Bugün neye yetişemedin, kim ne dedi, ne eksik kaldı... Bunların cevabını ararken belki de en çok ihtiyacın olan şey, bir fincan kahve eşliğinde kendine sormak: “Ben nasılım?” Bu soru, dış dünyanın beklentilerinden arınmış hâlinle seni yeniden sana yaklaştırır. Cevabın illa kusursuz olması gerekmez; bazen “Bilmiyorum” demek bile kendine dönmenin ilk adımıdır.

Çünkü bazen bütün cevaplar, o sessiz yudumda gizlidir. Kahvenin buğusunda kaybolan düşünceler, dudağından çıkan iç çekişler, gözünün kenarına yerleşen ufak bir gülümseme… Bunlar küçük şeyler gibi görünür ama insanın yeniden hayata karışmasını sağlayan köprülerdir.

Unutma, hayat her zaman gürültülü sahnelerde akmaz. Bazen bir fincan kahve kadar sade, bir an kadar kısa, bir sessizlik kadar derindir. Ve bu derinlikte kaybolmak değil, kendini bulmak mümkündür.