Abbas Nurko – Neden hiç şaşırmıyorum ard arda yaşadığımız felâketlere?

Hiç şaşırmamam gerekiyor da, ondan!

Bâtıl Batı’nın 150 yıl öncesinde “ev”inde yaptığı sinsi hesap, onun dümen suyunda seyreden, bunu da bir marifet, üstün bir başarı, “çağdaş”lığın “olmazsa olmaz”ı bellemiş birtakım şaklabanlara kurdurduğu ve “ev”lerinde yaptıkları sinsi hesaba harfiyyen uyan siyâset çarşısında, paşa paşa, sessiz ve derinden yürüyor, işliyordu.

Derken, günlerden bir gün, ülkemizdeki kimlik ve kişilik fukarası, “entelektüel” posası ve de ukalâ dümbeleği birtakım gulyabanilerin tam bir yabancılaşma içinde “Ortadoğu” dedikleri kendi coğrafyamızın, nicedir “Bâtıl Batı’nın haremağası” konumuna düşürülmüş geleneksel “ağabey”i birden silkinip uyanıverdi, özenle tutulduğu gaflet komasından. Çarşıda, hiç beklenmedik bir anda,  her şey “yolunda” giderken, tezgâh açan biri, bu uyanışı tetikledi. Gözü hem tok, hem de alabildiğine karaydı. Haşyetullah’tan başka korku nedir bilmediği için “firâset”i de yerinde, gelişmiş-gövermiş ve sağlamdı.

İlk iş olarak “evdeki hesab”ı yapan ve de tutan “tezgâhçı”yı bi’ güzel haşladı, hem de alışverişin yoğun olduğu bir zamanda ve herkesin gözü önünde. Bu, “Bundan böyle bu çarşı sizin hesabınıza uymayacak!” diyebilme cesaretine sahip olanların, Bâtıl Batı’nın ve onu parmağında oynatan kuklacının “dümensuyu”nu terkedip, “dümenbaşı”na geçtiğinin işaret fişeğiydi.

Aş, tam da pişmişken, yâni, âfiyetle yeme aşamasına gelmişken, ona su katmaya kalkanın haddini bildirmek artık “vacip” (!) olmuştu.

Alıştıkları-bildikleri, daha önce hep “netice” (!) aldıkları bütün yolları denediler…

Hiçbiri tutmadı.

Bütün yollar tükenince, son viraja girdiler: “ölüm virajı”na!

Yıllardır kapılarında besledikleri itlere “Saldır!” emrini verdiler.

İyileşmeye başlamış yaraların kabuklarını koparttılar.

Cumhuriyet fabrikasının 1931’de, Adalet (!) Bakanı’nın ağzıyla verdiği o meş’ûm “ayar”a dönüşü tetiklediler.

Cami duvarını işeme yeri hâline getiren itler, “Hani ecelimiz gelmişti? Bak, hâlâ hayattayız ve dipdiri ayaktayız!” diye sarhoş nâraları atıyorlardı yakın zamana kadar; ama bilmedikleri, gözden kaçırdıkları bir şey var: O zaman bomboştu o camiler; kovulmuş-kaçırılmıştı onları “bina” olmaktan çıkartıp “cami-mescid” kılan mü’minler, hüzne kesmişti “mihrab”lar. Ama şimdi, kıblesi sağlam ve sırât-ı mustakîm üzre mü’min Müslümanlarla ağız ağıza, tıklım tıklım dolu o camiler-mescidler, Elhamdülillah!