Kış gelmişse hele ki lapa lapa kar yağıyorsa oraya roman kokusu sinmiş demektir. Romana dair en uzak hatıralarım işte bu manzara ile bütünleşiyor. Henüz 9-10 yaşlarında bir çocuk ve elinde Ömer Seyfettin’in roman tadındaki hikâyeleri; Yalnız Efe, Başını Vermeyen Şehit, Diyet, Kaşağı, Kütük…

Kış denilince bir de meşhur Rus romanlarını hatırlarım. Dostoyevski’nin, Tolstoy’un, Puşkin’in, Gogol’ün, Çehov’un kahramanları bilirsiniz hep üşür. Romanı okudukça siz de o hâlin içine girer, o duyguları yaşarsınız. Bu eserler havsalamı o denli beslemiş ki aradan geçen bunca zamana rağmen o duyguları hissedebiliyorum. Bu eserleri klasik yapan şey de bu olsa gerek. Suç ve Ceza, Diriliş, Harp ve Sulh, Hacı Murat, İnsan Ne İle Yaşar, Yeraltından Notlar, Budala, Babalar ve Oğullar, Ölü Canlar ortaokul yıllarında okuduğum ilk yabancı eserlerdi. Dolayısıyla çocukluğumda Ömer Seyfettin, Kemalettin Tuğcu, Hâkim Beydaba, Sadi ve Dede Korkut hikâyelerinden sonra ilk yöneldiğim kaynak Rus klasikleri oldu. Rus edebiyatı dışında Sefiller, Monte Kristo Kontu, Üç Silahşorlar, Antikacı Dükkânı gibi bazı romanları da bu dönemde tanıdım.

Lise yıllarında Batı edebiyatına yoğunlaştım. Fransız, Alman, Amerikan ve İngiliz klasiklerini lisenin ilk yıllarında okuduğumu hatırlıyorum. Vadideki Zambak, Goriot Baba, Notre Dame'ın Kamburu, Romeo ve Juliet, Genç Werther’in Acıları, Uğultulu Tepeler, Madam Bovary, Don Kişot, ihtiyar Balıkçı, Gazap Üzümleri, Parma Manastırı, Germinal, Faust, Fareler ve İnsanlar, Moby Dick, Martin Eden, Bülbülü Öldürmek bu dönemde okuduğum ilk eserlerdi. Aynı yıllarda Türk romanlarını da ihmal etmedim. O dönemde yaklaşık iki günde bir kitap bitirdiğimi hatırlıyorum. Necip Fazıl, Tarık Buğra, Refik Halit, Peyami Safa, Reşat Nuri Güntekin, Yakup Kadri, Ahmet Hamdi Tanpınar, Mithat Cemal, Kemal Tahir, Orhan Kemal, Hekimoğlu İsmail, Ahmet Günbay Yıldız, M. Necati Sepetçioğlu gibi isimlerin eserlerini de bu dönemde okuduklarıma dâhil edebiliriz.

Gariplerin Kitabı(Abdulkadir Es-Sufi), Mantıku’t Tayr, Amak-ı Hayal, Çöle İnen Nur, Ya Tahammül Ya Sefer, Drina Köprüsü, İnce Memed, Devlet Ana, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, Küçük Ağa bu yıllarda döne dolaşa okuduğum eserlerin başında geliyordu. Bu kısa yazıya en fazla hatırımda kalan eserleri alıyorum. Lakin genel çerçeve belli olunca listenin geri kalanı kendiliğinden anlaşılacaktır.

İtiraf etmeliyim ki o ilk heyecanları özlüyorum. İlk defa okuduğum o romanlardaki “acaba şimdi ne olacak” coşkusu bizi yemeden içmeden keserdi. Bazı romanları akşamdan sabaha aralıksız okuyarak bitirdiğimi hatırlıyorum. Çok yönlü ve karşılaştırmalı bu okumalar sayesindedir ki henüz 14-15 yaşlarımda bu dünyadaki yerimi tayin edebilmiştim. Romanlar sayesinde dünyanın diğer coğrafyalarındaki insanların fikirlerini, duygularını, inançlarını, karakterlerini, meziyetlerini ve zaafiyetlerini öğrenmiştim. Kendi tarihimizin, inancımızın, kültürümüzün değerini bu karşılaştırma ile kavrayabilmiştim. Kısacası bu okumalar sayesinde her şeyi kendi içimde çözebilmiştim.

Zaman geçtikçe klasiklerin yerini “popüler” olarak adlandırılan sığ kitaplar almaya başladı. Yeni nesiller için edebi değerden çok sürükleyici ve fantastik olması bir kitabı okumak için yeterli sebep haline geldi. Oysa edebi zenginlik zihni ve hayal gücünü besleyen en büyük etkendir. Bu durumu şu örnekle açıklayabiliriz. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın romanları ortalama 25.000 kelime ile yazılmışken günümüzde yazılan her hangi bir popüler gençlik romanı ortalama 3000 kelime ile yazılmaktadır. Bunun içine bir de kullanılan edebi sanatları kattığımızda hakiki roman ile popüler piyasa romanı arasında devasa bir uçurum oluştuğu görülecektir.  

Eskiler için sinema ve televizyonun yerini roman doldururdu. Bu sayede roman okuyanlar kendi filmini kafasında kurgular, olayları ve bağlantıları sindirmekle beynin aktif şekilde çalışması sağlanırdı. Bu da insanı tefekküre yöneltirdi. Şimdilerde romanın yerini sığ diyaloglara sahip diziler ve filmler aldı. Romandan uzaklaşan nesiller ister istemez zihni canlı tutmayı, dikkati ve tefekkürü unuttu. Kör taklitçilik her yanı sardı.

Geçtiğimiz günlerde bir uzmanın sınavlara hazırlanan gençler için önemli bir tavsiyesi dikkatimi çekti. “Gençler bol bol roman ve hikâye okumalıdır. Çünkü bugün yapılan sınavlar bilgiyi değil muhakemeyi ölçüyor. Muhakemeyi geliştirmenin en etkili yolu ise roman/hikâye okumaktan geçiyor.” diyen bu uzmanı kaç kişi duydu bilmiyorum. Bildiğim bir şey varsa o da Milli Eğitim Bakanlığı’nın okul kütüphanelerine ayrı bir önem vermeye başladığını görmektir. İşte bu gelişmeler yavaş da olsa doğru yola yöneldiğimizi gösteriyor. Çocuklarımızı erken yaşlarda edebiyatın şaheserleriyle tanıştırmamız lazım. Bu işi liseye bırakmadan ilkokulda, ortaokulda aşılamalıyız. Bu sayede çocuklarımız kendi dünyalarını kuracak ve bu hayattaki yerlerini kendi çabalarıyla anlamlandıracaklardır. Pek çok sorunun çözümü de bu denge haline ulaşmaktan geçmiyor mu zaten?