Burası dünya; elbet yarım kalır işler. Tamama eren görülmemiştir. Oysa biz, ısrarla sonuna erdirmek, tamamlamak için direniriz. Oysa dünya özü itibarıyla eksikliktir. İnsan eksiktir. Hayat eksiktir. Her birini tamamlayan bu âleme dahil olmasa gerek. Geceyi tamamlayan gündüz olsa da çark sürekli döner durur. Sanki bir yere yetişmek için birbirini tetiklerler.

Hayrettin Ağabey vefat etmiş. Kalp krizi geçirmiş. Daha bir ay önce İstanbul’a gelmiş, bir delikanlı heyecanıyla belgesel çekiminden, yeni baskısı çıkacak kitaplarından, yeni eserlerinden öyle coşkuyla bahsetmişti ki tembelliğimden utanmıştım. Sular seller gibi konuşuyordu. O konuştukça ben toparlandım, gönlümün ve zihnimin dağınık atlılarını çağırdım; derlendim. Benim dostlarım derlediler yüreğimi. Kelimeleri, bakışları, susuşları, sorularıyla derlediler. İpin ucunu bırakmama pek müsaade etmediler. Her birinden ayrı bir nasihat aldım. En çok da dünyaya eyvallah etmeyen, söze, gönle inanan dostların onardılar yüreğimi. Belki de bu sebeple gidişleri yüreğimi burksa, yalan dünyada beni yapa yalnız bıraksalar da hepsinin ortak nefesi; âlem geçici kalp baki, hayat geçici iman baki, sanat geçici mana bakidir. Bu gerçeği hediye edip gittiklerinde borçlarım arttı. Bu dünyada borçlarımı ödeyemedim diye hayıflanmam. Asım gitti. Ödeyemeyeceğim hediyeler bıraktı bana. Üstad Sezai Karakoç gitti. Ellerinden öpemedim. Bülent gitti. Helalleşemeden gitti. Hayrettin Ağabey gitmiş… Bana Aşkın Yolculuğu’nu göndermişti. Bana Yunus’un sesini ve o sesteki manayı göndermişti. Oysa ben yıllarca Yunus Emre okudum, sürekli “Sarı çiçeğe” sorular sordu, cevap alamamıştım. Cevabı Hayrettin Ağabey vermişti. “Buğday mı, himmet mi” sorusuna öyle bir cevap vermişti ki himmet buğday ekmeğinden daha doyurucu gelmişti canıma.

Ama ne dedi sonra: Hayat değil kusurlu olan, bakışımız, demişti. Yetmemişti: “Bir şeyler yarım kalıyor bazen…” dedi. Evet, bunu da dedi. Yarım yamalak bir dünyada inatla sözüne abdest aldırdı, bir daha, bir daha anlattı. Sanatın güzelliği, estetiğin göz alıcılığı değildi derdi. Hakikat ve hikmet derdine düşenlerin derin hüznü ve Rabbine elbet kavuşacağını bilen müminlerin neşesiyle yazdı, anlattı, yol aldı. Bu yüzden o da yaralılardandı. Hikmet yolunda yaralı olmayan menzile varası değilmiş.

Dostlarım, yazan, anlatan, dinleyen tüm dostlarım hikmet ekmeğinin buğday ekmeğinden evla olduğunu öğrettiler bana. Âleme bir kasap dükkânına girmiş gibi bakanların, gözünü et bürüyenlerin, hazzın ve gücün şah olduğu bir zamanda muhteşem dostlarım oldu. Şiirini surete değil manaya adayan Hayrettin ağabeyim de dünya çilesini erken tamamladı. Neye göre erken? Hakkın sünnetullahını biz eksik olanlar, dünyada tamamlanacağını zannedenler nereden bileceğiz? Hakkın muradını sadece zatı bilir. Biz acizler ise bize gelen nefeslerin hayrı mı şerri mi söylediğini ayırt etmeye gayret ederiz. Hiçbir hesap yapmaksızın selam veren bir adamdı Hayrettin Ağabey. Ve öyle ki ta çocukluktan aşina olduğunuz hissine kapılırdınız onunla sohbet ederken. Ölüm, müminleri mutsuz etmez; hüzünlendirir. Zira biliri ki mümin; ölüm Hakk’ın emri ve de tamama ermenin kapısıdır. Kullar ayrılığı ve yalnızlığı icat etmişlerdir. Hayrettin Ağabey, taşrada olmasına rağmen dostlarından, gayretinden, hayretinden uzak durup; kuru bir emeklilik haline düçar olmadı. Yolun heyecanı onda ilk günkü gibiydi. Ne yalnızlığın kemik kıran ellerine bıraktı canını ne de dostlarla muhabbetten doğan, hikmete varan meşveretten geri durdu.

Hakk’ın muradı nedir, bilmem ama, son zamanlarda mümin sanatkarların birer birer dünyadan teskerelerini alıp hakikat âlemine göçmelerinde bizlere de bir uyarı olduğunu düşünüyorum. Üzerimize sinen dünyayı silkeleyip; adaleti, merhameti, gönül imarı ve Hakk’ın hatırını âli bilip, aşkın imana hizmet etmesi, kalemlerimizin kirlenen, kinlenen, kararan dünyada inşirah müjdesi olması gibi geliyor bana. Toparlanıp gönle, kitapların kitabına, tecellilere değil, suretlere değil manaya dönmemiz gerektiği mesajını hissediyorum. Elimizle, dilimizle, bakışımızla, hayalimizle zaten eksik olan canımızı dünya suretleriyle doldurmak değil de dünyada bir oruçta olduğumuzu hatırlamak. Evet, bir gün arayla Hakk’ın divanına alınan dostum Bülent Parlak ve ağabeyim Hayrettin Orhanoğlu giderken de verdiler hediyelerini. Ne demişti geçenlerde: “İnsan yoruluyor… En çok da kelimelerle…” Evet, “Kelimelerin demir parmaklıklarını kırıp manaya varmak vaktidir” dedi giderken de.

Ve tüm kelimelerimi duaya çağırıyorum. Bize hikmeti, hakikati, merhameti, adaleti, sözün en hasını, karşılıksız seven ve bu âlemden elini, sesini, yüzünü, canını çeken dostlarıma dua için çağırıyorum. Menzilin mübarek, makamın âli olsun ağabeyim.

“Rabbim, hayretimi artır” duasının en dokunaklı hali oldu, Hayrettin Ağabey’i aramızdan alması Mevlâ’nın. Bize hayreti ve hayranlığı ve şükrü hatırlatan dostlar verdiğin için şükürler olsun Rabbim!

“Bana kalbinden bir ayna verdin yüzümün yarısı yok

Kollarını açmış boşlukta sınanıyor ruhum ötesi yok

Bak yolcu diyor sarhoş bu dünya yok

Yoku neyle ölçersen ölç yoktan gelir yok

Ağaçta nar, toprakta buğday yok

Bu nasıl sevmek varla tarttığın yok

Kalbini açıp baksam kalbin yok”

Kalbi sökülmüş bir zamanda kalbini diri tutanlara aşk olsun!