Zaman zaman bazı uyarılar olur ki, aslında yıllardır beklenir. SETA’nın (Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı) geçtiğimiz günlerde yayımladığı değerlendirme de onlardan biri:

Türkiye, eş zamanlı olarak hem İsrail’e hem Yunanistan’a karşı bir askeri tehditle karşılaşabilir. Ve bu tehdit ancak güçlü bir hava kuvvetiyle dengelenebilir.

Sade bir analiz gibi görünen bu uyarı, aslında çok derin bir jeopolitik gerçeğe temas ediyor:

Türkiye, artık yalnızca kara sınırlarıyla değil, hava sahasıyla da kuşatılmak isteniyor.

Bugün İsrail, Doğu Akdeniz’de sadece enerji değil, hava üstünlüğü de tesis etmenin peşinde.

Yunanistan ise Ege’de, ABD ile yaptığı üs anlaşmalarıyla adeta bir ileri karakol hâline getirildi.

Her iki cephede de konuşlanan radarlar, F-35 ve Patriot sistemleri; yalnızca savunma değil, olası bir taarruzun altyapısı olarak okunmalı.

SETA’nın sunduğu tablo net:

“İki cepheli” bir tehdit senaryosu ihtimal dâhilinde.

Ve böyle bir durumda, Türkiye’nin mevcut hava gücü, bu tehditlere aynı anda karşılık verebilecek düzeyde değil.

Bu uyarı, yalnızca bir araştırma kuruluşunun görüşü değil; aslında bir devlet refleksinin, geç kalmış sesidir.

Peki Türkiye ne durumda?

Hava kuvvetlerimiz, yıllardır F-16’lara dayanıyor. Ancak bunların bir kısmı modernizasyon bekliyor, bir kısmı da artık ömrünü doldurmak üzere. F-35 programından siyasi sebeplerle çıkarıldık. Yerli savaş uçağımız KAAN’ın prototip uçuşları başarılı, ama seri üretime geçmesi zaman alacak.

Bu tabloya bakınca, Türkiye’nin hava gücünde “bekleyen bir boşluk” olduğu açık.

Ancak savunma beklemeyi kaldırmaz. Çünkü tehdit, zamanlamayı düşmana bırakmaz.

Hava kuvveti, sadece bir caydırıcılık değil, bir varlık meselesidir.

Bugün göklerde zayıf olan bir ülke, masada güçlü olamaz.

Doğu Akdeniz’de hak iddia etmek istiyorsan, göğü koruyacaksın.

Ege’de statükoyu değiştirmek istiyorsan, ufku gözetleyeceksin.

Ve Gazze’de “dur” diyemeyen bir dünyada, Türkiye kendi göğünü kendi eliyle savunacaksa, önce o gökyüzünü donatması gerekir.

Bu mesele, yalnızca F-16 modernizasyonu ya da KAAN’ın teslim tarihinden ibaret değil.

Asıl mesele, Türkiye’nin hava doktrinidir. Hangi coğrafyada, hangi senaryoya göre, hangi teknolojiyle savunma yapacağımızı net biçimde tarif edebiliyor muyuz?

Kimi tehditler karadan gelir, kimisi denizden. Ama modern savaşta en ölümcül olan, yukarıdandır.

Drone sürüleri, hipersonik füzeler, sesten hızlı jetler, uydu destekli taarruzlar…

Gökyüzü artık yalnızca bir “hava sahası” değil; savaşın esas alanı.

SETA’nın bu uyarısı, aslında gecikmiş bir gerçeğin tekrar ifadesidir. Ama artık mesele uyarı değil, hazırlıktır. Devletin millî savunma stratejisinde; hava gücünü önceleyen, entegre sistemlerle güçlendirilmiş, hibrit tehditlere karşı çevik tepki verebilen bir yapının acilen inşası elzemdir. Savunma sanayiindeki millî hamleler umut verici: Bayraktar AKINCI, Anka-3, HÜRJET, KAAN… Ama unutulmamalıdır ki teknoloji kadar, zaman yönetimi de stratejinin parçasıdır. Geç kalan hamle, yapılmamış sayılır. Yunanistan, Batı’nın ileri karakolu.

İsrail, bölgede NATO’dan bağımsız stratejik bir güç gibi hareket ediyor.

Her iki ülkenin arkasında ABD’nin gölgesi var. Ve Türkiye hâlâ savunma harcamalarını artırmadan, çok cepheli bir riski yönetmeye çalışıyor. sBu tablo sürdürülebilir değil. sHava gücü, “gerektiğinde” değil; sürekli hazır olmalı. Çünkü gökyüzü, savaştan önce ele geçirilir.

Ya da kaybedilir. Gökler bize ait değilse, yeryüzünde hak iddiamız ne kadar geçerlidir? Artık bu sorunun cevabını sadece SETA değil, milletçe biz sormalı ve devletten net cevaplar istemeliyiz.

Çünkü gökte boşluk kaldığında, düşman mutlaka doldurur.