Mümtaz’er Türköne, İslamcılığı icat edilen modern toplumsal inşalar için engel olarak görüyor. Modernitede harç olarak tutunduğu ise Sufî geleneği ya da ekzotik cemaatler.
Türköne, İslamcılığın ‘kökü dışardalığı, modernitenin tepkisel ürünü olduğu, iflas ettiği veya bittiği’ iddialarından haz alanlardan. Selahaddin Eyyübi’yi Recep Tayyip Erdoğan yerine koyup, sonra da ‘Eyyübi kaybetti’ diye manşet atan Batılı medya kadar sevinçli.
Yazısının başlığında soruyor: ‘İslamcılar nereye kayboldu?’
Daha da hadsizleşiyor. Resmi devlet için ‘ihtiyaçlarına uygun evsafta İslamcı gayri resmî bir iktidar hiyerarşisi ve düzeneği’ oluşturarak, İslamcılığı Erdoğan’ın bitirdiğini söylüyor.
Ali Bulaç’ın ‘İslamcılığın tarihsel olarak 2002’de durduruldu’ğunu vurgulayan yaklaşımına da itiraz ediyor. ‘Durdurma’ değil ‘bitme’ diyor. Aslında her ikisi de şefaati ekzotik Gülen Cemaati’nin Protestanlaşmış ilişkilerinde arıyor.
Müslümanları ekzotik hurafelerle uyutanların, modernist öykünmecilikle küresel kapitalizmin kapısında ekmek aradıkları ayan beyan bir gerçek. ‘İflas etme’, ‘bitme’ edebiyatından ötede, köleleşmek ve eklemlenmek işte bu. Erdoğan’a veya Davutoğlu’na düşmanlıkları da, Türkiye’deki vesayetten kopma sürecinin, onların eklemlenme hamlelerinin senaryosunu bozmasından.
‘Bitme’ ya da ‘durdurma’ ithamı senaryolara dayanan bir edebiyat; ama köleleşmek ya da devşirilmek vakii olan bir gerçek.
Türköne, İslamcılığın tedavülden kalktığını söylerken lafı Türk-İslam sentezine getiriyor. Ve Ali Bulaç’ın toplumsal dönüşümde alttan gelen dalgayı ifade eden ‘üçüncü nesil İslamcılık’ dediği ve Gülen Cemaati’yle bağdaştırmak istediği yaklaşımının da bir karşılığının olmadığını ima ediyor. Zaten Bulaç, kendine göre Cemaat dışında ‘üçüncü nesil İslamcı’ olmayı başaramayanların raporunu Türköne’ye sunuyor.
Bu tartışmalar son günlerin yazılarından.
Ekrem Dumanlı da son yazısında ‘İslamcı gazetecilik bitti!’ diyor. Oysa daha üç yıl önce Bulaç, Zaman gazetesinde İslamcılığın, Kur’an ve Sünnet temelinde hayatı itikadî, ibâdi, siyasî, kültürel, ekonomik birçok alanda bir bütün olarak algılamak gerekliliğinin bir ifadesi olduğunu yazmıştı.
Yani Bulaç, ‘İslamcılık, İslam’ı dar bir inanç sistemi değil, inanç dâhil bir dünya görüşü olarak algılamaktır’ dediğinde, aynı gazetenin cemaatçi, milliyetçi, liberal, demokrat yazarları tarafından epey bir terslenmişti.
Aradan geçen üç yıllık zamandan sonra Gülen’in gemisine mahkûm olan Bulaç, dersini almış ve eğitilmiş gibi gözüküyor. Şimdi hep birlikte İslamcılığa karşı yeni bir kumpas içindeler.
Bizim mahallenin gerçekliğini unutan Bulaç, Malik bin Nebi veya Seyyid Kutup gibi muhakkiklerimizin gösterdiği tarzda ciddi bir tarih ve toplum değerlendirmesi yapmadan; iç zaaflarımızı, iç-dış tağuti düzenlerin ve ekollerin tahribatını değerlendirmeden, Müslümanların mevcut hali üzerinde bir sosyoloji yapıyor.
Neymiş efendim, ‘sosyal’, ‘siyasî’ ve ‘fikrî İslam’ ayrı ayrıymış; İbn Haldun’un ifadesiyle eğitimden geçmemiş kitleler ‘bedevi’, Abid Cabiri’nin ifadesiyle siyasi İslam’ın veya İslamcılığın itici gücü de ‘akide, kabile asabiyesi ve ganimet’ imiş.
Anlayacağınız Bulaç, küresel siyasi projelerin anaforuna kapılmış halde. Müslümanlara ‘geri kaldı’, çözüldü dememek için ‘zaaflar sosyolojisi’ni esas alıyor. Göremediği veya yeni taktığı gözlüklerle görmek istemediği ise ‘ıslah ve inşa sosyolojisi’.
Oysa 2011’den bu yana ilk defa Türkiye’de ve ümmet coğrafyasında reel siyaset içinde bu denli hak, adalet, hizmet ve özgürlükler konusunda halkın ve Müslümanların önü açılmaya çalışıldı.
Bu vakıayı emperyalizm gördü ve tedbir almaya koyuldu. Ama Cemaat gözlüğü takanlar ve ‘Devlet-i Muazzama’ya eklemlenmeyi ahlak edinenler göremiyorlar. Yoksa biz mi yanılıyoruz; yani tetikçi mi oluyorlar?