İsrail’in 7 Ekim’den itibaren Gazze’ye başlatmış olduğu saldırılar sonrasında en fazla merak edilen konulardan biri; Lübnan’daki Hizbullah, Suriye’de bulunan Şii milisler, Irak’taki Haşdi Şabi ve Yemen’deki Ensarullah (Husiler) gibi vekiller ile direniş ekseninin asıl gövdesini oluşturan İran’ın bu saldırılara nasıl tepki vereceği ve bu güçlerin İsrail’e karşı yeni bir cephe açıp açmayacakları olmuştu.

Zira İsrail’e kuzeyde bir cephe açılması, Gazze’ye karşı yürüttüğü saldırılarda kullandığı güçlerin en azından bir kısmını bu yeni cepheye kaydırması demekti. Dolayısıyla böyle bir hamle Hamas’a avantaj sağlayacak ve İsrail’in Gazze’de zafer kazanmasını imkânsız hâle getirecekti.

Her ne kadar Hizbullah lideri Nasrallah 3 Kasım 2023’te yaptığı konuşmada, 8 Ekim’den itibaren İsrail ile savaşta olduklarını söylemiş olsa da Hizbullah’ın askerî etkinliğinin İsrail’i rahatsız ettiğini ve ikinci cepheyi açmaya zorladığını söylemek mümkün değildir.

Keza aynı şekilde; Suriye’deki Fatimiyyun Tugayı, Zeynebiyyun Tugayı ve diğer Şii milisler ile Irak’ta bulunan Haşdi Şabi’nin de bu süreçte İsrail için önemli bir tehdit oluşturdukları görülmemiştir.

Buna rağmen İsrail’in sürecin başından beri Gazze’ye yönelik saldırılarını bölgesel tahayyülünün bir gereği olarak araçsallaştırarak nihayetinde İran’ı da savaşa dâhil etmeye çalışacağı değerlendirilmekteydi.

Bu konudaki en somut delil ise İsrail Başbakanı Netanyahu’nun söylemleri olmuştur. Netanyahu 7 Ekim’de yaptığı konuşmada, “bölgenin haritasının değişeceğini” söylediğinde tam olarak neyi kastettiğini anlamamıştık ancak geldiğimiz noktada artık İsrail’in niyetinin ne olduğu net bir şekilde ortadadır.

Gazze’yi tamamen yıkıp yaşanamaz hâle getirmek ve Hamas’ı tamamen ortadan kaldırmak. Gazze’de 2005 öncesi statükoya dönerek Gazze’ye yeni Yahudi işgalcileri (sözde yerleşimciler) yerleştirmek ve uluslararası konjonktür elverdiğinde de ilhak etmek.”

Ama süreç İsrail’e öyle bir fırsat sundu ki, İsrail’in ne olursa olsun bu fırsatı tepmesi düşünülemezdi.

Peki, neydi bu fırsat?

Tabii ki, “Hamas’ın 7 Ekim saldırısından sonra büyük bir mağduriyet hikâyesi üreterek tüm Batı’yı, şartsız-koşulsuz bir şekilde arkasına almışken sonuna kadar açılan bu fırsat penceresini iyi değerlendirerek; önce Hizbullah, sonrasında da İran’ı yarattığı savaş anaforuna çekip ABD ile kafa kafaya tokuşturmak ve sonucu belli olan bu savaştan sonra bölgede kendisi için tehdit oluşturan hiçbir yapı kalmadığında, sözde vadedilmiş topraklarına kavuşmak…”

Bunun için ne mi yapıldı?

Başlangıç olarak Gazze’ye yönelik kara operasyonunda sözde bir başarı hikâyesi yazıldı. Aslında pek çok kayıp vermesine ve hiçbir rehineyi kurtaramamasına rağmen Gazze’deki yıkıntılar üzerinden zaferini ilan etti. Akabinde yorulmuş, yıpranmış ve motivasyonunu kaybetmiş ordusundan iki tümenini Gazze’den çekerek kuzeyde açılabilecek yeni cephe için hazırlamaya başladı.

Netanyahu’nun Mossad’a verdiği, Hamas’ın liderlerini nerede olursa olsun bulun ve öldürün talimatıyla birlikte hem Hamas liderlerine hem de Lübnan ve Suriye’de bulunan Hamas, Hizbullah ve İran Devrim Muhafızları komutanlarına yönelik nokta saldırılar gerçekleştirilmeye başlanmıştır.

Önce 25 Aralık 2023’te Kudüs Gücü Komutanı Seyyid Rıza Musevi, Şam’daki evine düzenlenen hava saldırısıyla öldürüldü. Ardından 2 Ocak’ta Beyrut’ta Hizbullah’ın en etkili olduğu mahallerinden Dahiye’de, Hamas'ın siyasi büro şefi yardımcısı Salih el-Aruri ve beraberindeki Hizbullah komutanları düzenlenen hava saldırısında öldürülmüştür. Hemen akabinde ise Haşdi Şabi'ye bağlı El Nüceba Hareketi komutanlarından Ebu Takva Es-Saidi Bağdat’ta düzenlenen bir hava saldırısında öldürüldü (bu saldırıyı ABD gerçekleştirmiş olsa da İsrail’in operasyonda dahli olduğu düşünülmektedir).

Tam Hamas, Hizbullah, Haşdi Şabi veya İran bu saldırılara nasıl karşılık verecek diye sorulurken bu sefer de Kasım Süleymani’nin ölüm yıl dönümü nedeniyle memleketi Kirman’da toplanan kalabalığın arasında bombalar patlamış ve bu saldırıda 91 kişi hayatını kaybederken yüzlerce kişi de yaralanmıştır.

İsrail bu saldırılarla İran’ı, şimdiye kadar vekilleri üzerinden yürüttüğü yıpratma harekâtından caydırıp doğrudan aksiyon almaya zorlamak istese de İran şimdiye kadar İsrail’e ve ABD’ye doğrudan hiç saldırmadı. Bunun yerine ya Hizbullah’ın İsrail’e fırlattığı roketlerle ya da Suriye ve Irak’ta bulunan Şii milisler tarafından ABD üslerine yönelik saldırılarla cevap verdi.

Ancak Kirman saldırısından sonra yönteminde bir değişiklik yapan İran, Huzistan bölgesinden fırlattığı füzelerle Irak’ta Erbil ve Suriye’de de İdlib’i hedef aldı. Erbil’de ABD ve İsrail hedeflerinin vurulduğunu açıklayan İran, İdlib’de ise DEAŞ hedeflerinin vurulduğunu duyurdu.

Ertesi gün ise hiç kimsenin beklemediği bir gelişme daha yaşandı. İran yine Huzistan bölgesinden fırlattığı füzelerle bu sefer de Pakistan’ın Belucistan bölgesinde bulunan Ceyş-ül Adl örgütünü hedef aldığını açıkladı. Böylelikle Erbil ve İdlib saldırılarında ABD ve İsrail’e doğrudan cevap verilmişken Pakistan’a yönelik saldırıyla Kirman saldırısını üstlenen DEAŞ’a da karşılık verilmiş oluyordu.

İran’ın Erbil ve İdlib’i vurması kendileri için fazlaca bir maliyet üretmezken Pakistan topraklarına yönelik saldırısı ise karşılıksız kalmadı. Zira her ne kadar İran Pakistan’ı değil, o bölgedeki terör örgütünü hedef aldığını söylese de nihayetinde Pakistan bunu bir sınır ihlali olarak görüp iki gün sonra İran’ın Sistan-Belucistan bölgesine hava saldırısı gerçekleştirerek İran’a topraklarına saygı göstermesi gerektiği mesajını vermiş oldu.

Dolayısıyla İran, Erbil ve İdlib’ten sonra Pakistan’a da füze saldırısı gerçekleştirerek ABD ve İsrail’e, “sakın bana bulaşmayın, istersem sizi de vururum” şeklinde mesaj vermiş olsa da en azından Pakistan üzerinden vermiş olduğu cevap geri tepmiştir.

Zaten bu olaydan iki gün sonra İsrail, Şam’a yönelik düzenlediği hava saldırısında Devrim Muhafızları Ordusu’na bağlı Kudüs Gücü'nün İstihbarat Komutan Yardımcısı Tuğgeneral Sadık Omidzade ile yardımcısı Hac Golam Muharrem’in de aralarında bulunduğu beş Devrim Muhafızı askerini öldürmüştür.

Anlaşılan İran’ın Erbil ve İdlib’i vurmasının İsrail nezdinde bir karşılığı olmadığı gibi İsrail’in İran’ı savaşa çekmek için ısrarla sürdürdüğü saldırılarda daha geniş gruplar hedef alınmaya ve İran’ın meşhur stratejik sabrı sonuna kadar zorlanmaya çalışılmıştır.

İran’ın sabrının sonu neresidir bilinmez ama İsrail’in önümüzdeki dönemde de İran hedeflerine yönelik saldırılarına devam edeceği tahmin edilmektedir. Bu yüzden İran’ın, İsrail’in bu kışkırtıcı saldırılarına son verebilmek için ya İsrail’i bu gibi saldırılardan vazgeçirecek bir çözüm bulması ya da ABD ile karşılaşmayı göze alarak İsrail’e doğrudan saldırması gerekecektir.

Doğrudan çatışma dışındaki tek çözümün yine bölgedeki vekiller aracılığıyla İsrail’e yapılacak yıkıcı bir saldırı olması gerektiği düşünülürse her hâlükârda İsrail ile İran’ın karşı karşıya geleceği ve bunun sonucunda da bölgesel ve hatta küresel savaşın kaçınılmaz olacağı aşikârdır.

Yani İsrail kendi irrasyonel hedeflerine ulaşmak için İran tehdidini öne sürerek ABD’yi pozisyon almaya zorlaması ve bu sürecin sonunda da ABD’nin İran’ı yenip, parçalayarak kendisine karşı bir tehdit olmaktan çıkarmasını ummaktadır.

Ancak ABD’nin en son Afganistan’dan kaçmak zorunda kaldığı gibi Irak ve Suriye’deki işgalini de benzer şekilde sonlandırmayacağının garantisi bulunmamaktadır. Hâl böyleyken ABD’den, İran gibi görece güçlü ve savaşçı bir devleti kolayca yıkmasını beklemek gerçekçi gözükmemektedir.

Hatta ABD’nin öldürücü vuruşu yapamaması hâlinde İran’ın bunun hesabını İsrail’den soracağı ve İsrail’in “Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan da olacağı” bir duruma düşmesi işten bile değildir.

Haydar Oruç

22 Ocak 2024, Gölcük