“Sinemanın ABC’sine vâkıf film yapmaktan imtina eden sinemacılarla, sinemacı adaylarıyla dolu etrafımız. Kahir ekseriyet ilk filminde üslup kurabileceğini, literatüre geçebileceğini düşünüyor; yazarken, çekerken, montajlarken böyle düşünüyor. Herkes bir an evvel Tarkovski, Godard, Bresson, Kubrick gibi, üsluplarıyla sinema tarihine geçen sinemacılardan olmak istiyor. Fakat belki atladıkları, belki görmezden geldikleri, belki görmek istemedikleri bir gerçek var: Bu sinemacılar da ‘başı belli, sonu belli bir yığın film’ yaptıktan sonra üslup kurdular, Tarkovski, Bresson ya da Kubrick oldular.”

Uluslararası Fecr Film Festivali kapsamında yönetmen Faysal Soysal’ın yaptığı konuşmayı dün vermiştik. Tahran’da yaptığı konuşmada şöyle diyordu Soysal: “Kapitalizmin ve tüketim çarklarının yoğunlaşması sonucu gençler kısa zamanda meşhur olmak, kısa sürede çok fazla satan film yapmak veya sadece kendilerini ispatlamak adına film yapıyorlar.”

Soysal’ın “içerik” noktasındaki bu haklı eleştirilerine, ben de “şekil” bakımından katkı sunmak istiyorum.

Güney de Çakmaklı da seyirciyle buluşmuştu

Sinemabilimci üstadımız Kurtuluş Kayalı şöyle diyor: “Yılmaz Güney sonrası kendini ‘devrimci sinemacı’ olarak niteleyen hiçbir kimsenin Yılmaz Güney’in etkilediğinin onda biri kadar kitleyi etkileyememesi üzerinde düşünmek lazım. Yücel Çakmaklı’dan sonra ‘Ben İslami sinema yapıyorum’, ‘Ben beyaz sinema yapıyorum’ diyen insanların hiçbirinin Yücel Çakmaklı’nın irtibat kurduğunun onda biri kadar kitleyle irtibat kuramaması üzerinde düşünmek lazım. İki sinemacıyı kıyaslamak değil mesele; bu sinemaların ruhunu anlamak önemli.”

Erksan: Üslup kurmak öyle kolay mı? 80’lerde katıldığı bir televizyon programında büyük sinemacı Metin Erksan da şöyle diyor:

“İkinci filmini yapmış bir sinemacının üslubundan bahsediliyor. Olacak şey değil. Üslup kurmak, üslup yapmak, sinemada yeni bir dil aramak… bunlar ne kadar zor şeyler. Bunları her babayiğit yapamaz. İnsanlara yanlış yol gösteriliyor. Evvela insan başı belli, sonu belli bir yığın film yapacak, şöyle doğru dürüst. Biz seyredeceğiz, bakacağız, işte bu film mi değil mi, diye. Aradan zaman geçecek, böyle filmler yapılacak, çalışılacak, düşünülecek, her şey olup bitecek; ondan sonra yönetmen kendi kişisel üslubunu kuracak.”

Bir an evvel Kubrick olmalıyım! Aradan 30 yıl geçti ama Metin Erksan’ın bahsettiği sıkıntı geçmedi. Sadece “bizim” değil, genel olarak tüm sinemamızın sıkıntısı bu. “Başı belli sonu belli”, yani defalarca dile getirdiğimiz sinemanın ABC’sine vâkıf film yapmaktan imtina eden sinemacılarla, sinemacı adaylarıyla dolu etrafımız. Kahir ekseriyet ilk filminde üslup kurabileceğini, literatüre geçebileceğini düşünüyor; yazarken, çekerken, montajlarken böyle düşünüyor. Herkes bir an evvel Tarkovski, Godard, Bresson, Kubrick gibi, üsluplarıyla sinema tarihine geçen sinemacılardan olmak istiyor.

Fakat belki atladıkları, belki görmezden geldikleri, belki görmek istemedikleri bir gerçek var: Adı geçen bu sinemacılar da “başı belli, sonu belli bir yığın film” yaptıktan sonra üslup kurdular, Tarkovski, Bresson ya da Kubrick oldular.

Gişe yapan film, eşittir, kötü film, öyle mi?

“Başı belli, sonu belli filmlere” yapıştırılan “ticari film” yaftası ve hemen peşinden “ticari filmleri” tukaka ilan etme yarışı, galiba bu yaklaşımın temelinde gizlice yatan neden. Tamam, işin sanat boyutunu hesaptan çıkararak yapılan tüm filmlere “ticari film” diyelim, sadece para kazanmak için yapıldıklarını ve dolayısıyla “film” bile sayılmayacaklarını söyleyelim. Ama gişede iş yapan her filmi “ticari film” diye aşağılama gayretine girmek ayıptır, zaman zaman kul hakkına da girer (Öte yandan, tepeden tırnağa “ticari” addedebileceğimiz yapımları da yabana atmamak lazım. Çünkü sinema paha gerektiren bir sanat. Çoğu zaman bir kameramana, bir sesçiye, bir kurgucuya ihtiyacınız olur ve herkesin bir maişet kaygısı vardır. Minyeli Abdullah ve Eşkıya filmlerinin gişede elde ettiği başarının Türkiye’de sinema sektöründe çalışanlar için nasıl hayati rol oynadıklarını hatırlatmıştık. Minyeli Abdullah ve Eşkıya elbette ki “ticari film” değildi; fakat sadece para kazanmak için yapılan filmlerin para kazanmaları bu sektörde çarkların dönmesine, yeni sinemacılara yeni kapılar aralanmasına, “sanat filmi” için finansman sıkıntısı çekenlerin işlerinin kolaylaşmasına da vesile olacaktır ve bu bakımdan önemlidir.)

Kötü olduklarını itiraf edemiyorlar

Şu dönem piyasada meşhur kimi yönetmenler var, bu “ticari film” fobisi öyle yoğunki üzerilerinde, filmleri gişede 100 bin sınırını geçse neredeyse intihar edecekler. Güya zoru seven bu yönetmenlere göre işin kolayı, seyirciye oynamak. Seyirciyle irtibat kuramadıklarını itiraf edemiyorlar; dahası, yaptıkları işin halkın algı ve birikiminin üzerinde olduğunu ima edip gayretkeş bir halkı aşağılama pozisyonuna düşüyorlar. Oysa seyircinin de ortak olabileceği ve işin ABC’sine vakıf, “başı belli, sonu belli” film yapmak, hepsinden zordur.

Tarkovski’den bağımsız Tarkovski faşizmi

Diğer taraftan, sinemaya seyirci düzeyinde de olsa az çok merakınız varsa, daha “başlangıç” seviyesinde olsanız dahi karşınıza hemen yukarıda sıraladığımız isimleri getirirler. “Bunları izle. Bunlara vakıf ol; vakıf olamazsan sen sinemadan anlamıyorsun” diye dayatırlar. Bilhassa “bizim” cenahta yaygın bir “Tarkovskiperverlik” vardır mesela. “Tarkovski müthiştir”, “Tarkovski çok acayiptir”, “Tarkovski eşsizdir…” Tamam da, daha ben işin ABC’sini bilmiyorum, durun hele, “başı belli, sonu belli bir yığın film” izleyeyim, sinema neymiş biraz fikrim olsun… “Yok! Ya Tarkovski ya da hiç!”

Muhterem ağabeyim ve sinema alanında da ustalarımdan Gökhan Özcan, Rus sinemacı Andrey Tarkovski hakkında şöyle demişti: “O’na ‘evliya’ dememizin önündeki tek engel, Müslüman olmaması.” Gerçekten derinlikli, gerçekten farklı bir yerden seslenen bir sinemacıdan bahsediyoruz. Fakat, henüz hikaye tecrübesi, film tecrübesi yeteri seviyeye ulaşmamış bir sinema izleyicisi, sinemacı adayı için Tarkovski çok yukarılarda bir yerde duruyor. 10-15-100-150 filmden değil, neredeyse bütün klasik sinema külliyatını ifade eden bir yekundan bahsediyoruz; bunlarla beslenmeden, bunlarla olgunlaşmadan “Tarkovski de Tarkovski” demek, önü alınmaz travmalara sebep olabilir, olabiliyor (Gökhan Ağabey’i tenzih ederim; kendisinin asla ve asla bu yönde bir dayatması olmamıştır, olmaz da. Aksine, Gökhan Ağabey işin ABC’sini bilmeden yola çıkıp ister istemez tekeri patlayan sinemacı adaylarını bizden çok eleştiriyor.)

Ahmet Uluçay gibi dahi değilsek eğer…

Üslup, hemen her usta sinemacının belirttiği üzere, kendiliğinden gelişen bir şey. Üslup kurma iddianız, hevesiniz olsun ya da olmasın bir süre sonra sizin filmleriniz diğer filmlerden ayırt edilmeye başlanacaktır. Fakat, işte, “bir süre sonra…” Yılmaz Güney’in ya da Yücel Çakmaklı’nın ardından gitmek isteyen de, bunlardan bağımsız kendi yolunu çizmek isteyen de bu “süreye” riayet etmeli. Tek filmle üslup kurmak Ahmet Uluçay gibi dehaların işidir; deha olup olmadığımızı henüz bilmediğimize göre risk almaya gerek yok; “başı belli, sonu belli” filmlere devam.