Bir ara ‘kent dindarlığı’ diye bir kavram türetilmişti. Maksat köylü dindarla, şehirli dindar arasındaki ayırımı ortaya koymaktı.

Hatta aynı isimle bir kitap bile yayımlandı.

Bu kafa bizi…

“Bir çobanla benim oyum aynı olmamalı” saçmalığına kadar götürdü.

Çünkü kendini kentli olarak gören –dindar olmasa da-, az biraz mürekkep yalamış, birkaç kitap okumuş bu tip, özü itibariyle taşralı dindar bir ailenin çocuğuydu.

Köken olarak köylü ama çalışıp didinip kente tutununca kendini ‘kentli dindar’ olarak gören holding patronları da bu tartışmalı alan içinde kendilerine mevzi buldular.

Yaş günlerinde dansöz oynattılar. Ezan okununca müziği susturdular. Belki az biraz içki içtiler. Ertesi sabah dişlerini fırçalayıp işlerine gittiler. Ofislerindeki seccadelerinde öğle namazlarını eda ettiler.

Hatta aralarından biri çıkıp öyle bir şey söyledi ki…

“Sabah çok erken kalkarım. Gözümü açar açmaz bir duble içerim. Kendime geldikten sonra abdestimi alır, sabah namazımı kılarım. Şoförüm beni alır doğru holdinge götürür.”

Kendilerini ateist olarak görenlerin de kafası çok karışıktır. Her gök gürlediğinde “Allah” nidaları arşı inletir. “İnanç, din, ateizm” filan dediğinizde ise “alışkanlık mirim” deyip geçerler.

Bu kent dindarlarına alışmış idi toplum. Çünkü kafamızı çevirdiğimiz her yerde bu eblemçüş tiplerden mebzul miktarda vardı.

Kendine benzemeyene düşmanlık beslemekten çekinmezlerdi. Kendi ekonomik ve sosyal sistemlerini kurmuşlardı. Şehirleri mahalle mahalle bölmüşlerdi. Mahallelerin mekanları bile buna göre tasnif ediliyordu.

Mesela, İstanbul’un Fatih ilçesi köylü dindarların gettosu idi. Kentli dindarlar buraya sirk izlemeye gelir gibi geliyorlardı. Bebek veya Etiler ise kentli dindarların kalesi idi. Fatihliler buralara geldiklerinde kendilerini başka bir ülkede imiş gibi hissediyorlardı. Korkuyorlardı. İyi bakılmıyordu onlara. Hatta hakaret bile yiyorlardı.

Kentli dindar öldüğünde son yolculuğunun ilk adımını Teşvikiye veya Şişli camisinden atıyordu. Fakat durun… Cenaze namazlarını köylü dindarlar kılıyor, böylece mundar gitmiyorlardı ebedi istirahatgahlarına. Çünkü kentli dindarlar eğer hava yağmurlu ise ıslanmayalım diye çatı altlarında, güneş varsa, yanmayalım diye ağaç gölgelerinde bekliyorlardı cenaze namazının bitmesini.

Köylü dindarlara mahalle camileri yetiyordu. Kur’an kursları, mukabeleler… Kentli dindarın içi dünya ile o kadar çok dolmuştu ki… Cuma namazına bile gidemeyecek kadar işi gücü vardı. O da çareyi imam kiralamakta bulmuştu. Haftada bir veya iki kez bir sosyete hocasını villasında yahut yalısında misafir ediyor. ‘Ruhbani’ bir teslimiyetle boncuk boncuk gözyaşı dökerek Koca Yunus’un şiirlerinden dile gelmiş ilahiler eşliğinde ruhunu arındırıyordu. Akşamında ise çok önemli bir iş yemeği için soyunma odasına koşturuyordu.

Siyasette de durum farklı değildi…

“Siyasal İslamcılar” radikaldi. Köylü idi.

“Kültürel İslamcılar” ise elit ve burjuva idi.

Kent dindarları, dini bir araç olarak kullanıp ondan dünyevi bir menfaat elde etmekten çekinmiyorlardı.

Eğer ‘siyasal islamcı’ bir partiden siyasete atılacaklarsa biraz daha kendilerine çekidüzen veriyorlardı. En azından eşleri başlarını kapatıyordu. İçkili masalarda gözükmemeye özen gösteriyorlardı. Eş dost meclisinde kazaya kurban gittiklerinde ise çok zor durumda kalıyorlardı. Siyasete giremediklerinde eski düzenlerine geri dönmekten çekinmiyorlardı.

Köylü dindarın böyle bir derdi yoktu. Rant nedir bilmezdi. En fazla köy cami veya Kuran kursu için yardım toplardı. Bir akrabasının çocuğuna iş bulabilirdi. Köyünün yolu yapılsın diye birkaç makama ricacı olurdu. Ama büyük fotoğrafı iyi okurdu. Daha samimi idi.

Osmanlıda saray vardı. Cumhuriyette devlet. Tebaa aynı kaldı. Sarayın imkanlarından yararlanan elitler cumhuriyette de aynen devam ettiler. O yüzden vatandaş hiçbir zaman kurulan yeni düzenin bir parçası olamadı.

İşte bugüne devreden bu miras yüzünden zihnimiz hala perişan…

Demem o ki…

Köyü, kenti ve dini kendi haline bırakmak lazım. Köylü ile kentli arasında sürüp giden kavgada en büyük zararı ‘değerler’ ve ‘inanç sistemi’ görüyor. Az biraz aklımızı başımıza devşirelim. Dün, “kentli dindar devlet elitleri yapıyor” diye ateş püskürdüğümüz şeyleri yapmayalım.

Gönül mimarları Yunus Emre, Pir Sultan, Hacı Bektaş-ı Veli, Hacı Bayram-ı Veli, mimarı Sinan, bestekarı Itri, şairi Şeyh Galib, meczubu Neyzen Tevfik olan mirasa geri dönelim.

Bilmem anlatabildim mi?