Türkiye, futbolda yıllardır konuşulan ama kimsenin cesaret edip dokunamadığı bir bataklığa nihayet el attı. Savcılık düğmeye bastı, emniyet sabahın köründe kapıları çaldı ve biz nihayet şunu gördük:

Bu ülkede futbol sadece sahada oynanmıyormuş. Asıl oyun, paranın, bahis çetelerinin, yöneticilerin, hakemlerin ve bazı ekran yüzlerinin karanlık ilişkilerinde oynanıyormuş.

Bugün gözaltına alınanlar sadece isim.

Asıl sorgulanması gereken ise bir sistemin nasıl çürüdüğü, nasıl bir düzenin yıllarca göz göre göre büyütüldüğü…

Bu operasyon, bir “bahis soruşturması” değil.

Bir zihniyet operasyonu.

Ve evet, gecikmiş bir yüzleşme.

KENDİ MAÇINA BAHİS OYNAYAN FUTBOLCU: İŞTE ÇÜRÜMENİN FOTOĞRAFI

Bir futbolcunun kendi maçına bahis oynadığı haberini okuduğunuz anda aslında sporun öldüğünü anlarsınız. O gün sadece futbol ölmez; adalet duygusu, rekabetin masumiyeti, milyonların tutkusu da ölür.

Sadece Metehan Baltacı mı?

Hayır.

Listede onlarca futbolcu, hakem, yönetici, yorumcu var.

Demek ki mesele birkaç “çürük elma” değil;

ağacın tamamına sirayet etmiş bir hastalık.

Yıllardır “futbol temiz oyun” diye pazarlanan şeyin, perde arkasında nasıl bir ticarete dönüştüğünü bugün tüm çıplaklığıyla görüyoruz.

HAKEM DE VAR, BAŞKAN DA… BAHİS AĞININ UCU HER YERE UZANIYORMUŞ

Zorbay Küçük listede.

Murat Sancak listede.

Eski hakemler, yöneticiler, menajerler listede.

Bu ne demek biliyor musunuz?

Bir maçın kaderi, sahadaki 22 oyuncu tarafından değil; ekran başındaki oran tabloları ve mesajlaşma grupları tarafından belirleniyordu.

Bu yapı, sadece futbolu kirletmedi;

futbol üzerinden Türkiye’nin en büyük toplumsal ortak tutkusunu rehin aldı.

Bugün devlet bu rehin alınmış alanı geri alıyor.

BAŞSAVCI GÜRLEK’İN SÖZÜ: “BAHSE KİM BULAŞTIYSA SONUNA KADAR GİDİYORUZ”

Bu cümle sıradan bir açıklama değil.

Bu, son 20 yılın en net mesajlarından biridir.

Çünkü şunu gösteriyor:

Artık isimlere değil, sisteme operasyon yapılıyor.

Eskiden dokunulmaz sanılan alanlar –futbol, medya, federasyon çevreleri– artık devletin dokunamayacağı bir alan değil.

Ve bu daha başlangıç.

Çünkü bahis çetelerinin Türkiye’deki hacmi, bazı sektörlerin yıllık cirosuna eşdeğer. Bu paranın kimlere aktığı ise yıllardır tartışılmadı.

Bugün tartışılıyor.

Ve hesap günü geliyor.

BU OPERASYON FUTBOLU DEĞİL, TÜRKİYE’Yİ TEMİZLEYECEK

“Temiz Eller” dedik ya…

İtalya 1990’larda mafyayı siyasetin göbeğinden kazıdı.

Biz bugün futbolu temizliyoruz gibi görünüyor ama aslında Türkiye’nin güven duygusunu yeniden inşa ediyoruz.

Bu operasyon, sadece spor için değil, toplum için bir milattır.

Çünkü futbolun çürümesi, toplumun çürümesidir.

Bahis çetelerinin serpilmesi, ahlakın çürümesidir.

Kendi maçına bahis oynayan oyuncu, ülkenin gençlere örnek olma hakkını kaybetmesidir.

Bu operasyon, “kimin tutuklandığı” meselesi değil;

kimin artık dokunulmaz olmadığı meselesidir.

SON SÖZ: PERDE YENİ AÇILIYOR

Gözaltına alınanlar sadece ilk dalga. Savcılık açıkça söyledi:

Yeni operasyonlar yolda.

Benim bu ülkede yaşayan bir vatandaş olarak tek beklentim şu:

Bu bataklık sonuna kadar kurutulsun.

Kim karıştıysa, hangi renkten forma giyiyorsa, hangi masada oturuyorsa adalet önüne çıkarılsın.

Futbolu yeniden çocukların gözündeki heyecana döndürebilmenin tek yolu budur.

“Temiz Eller” operasyonu, doğru yönetilirse Türkiye’nin en büyük toplumsal arınma fırsatına dönüşebilir.

Ve belki o zaman biz de bir gün stadyuma giderken, “Acaba bugün hangi bahis talimatı işler?” diye düşünmeden sadece maç izleyebiliriz.

////

////////////////

SÜRECİ DEM PARTİ DEĞİL, DEVLETİN AKLI YÖNETİYOR…

VE O AKLIN SİYASİ MİMARI DEVLET BAHÇELİ’DİR

İmralı görüşmesinin ardından DEM Parti Grup Başkanvekili Gülistan Kılıç Koçyiğit’in yaptığı açıklamalar, “çözüm süreci” başlığı yeniden gündeme taşınırken aslında daha büyük bir gerçeği de ortaya çıkardı:

DEM Parti içinde süreci provoke etmek, manipüle etmek ve yönlendirmek isteyen bir klik var.

Bu klik, devletin yürüttüğü güvenlik–siyaset denklemine ayar vermeye, Öcalan’ın sözlerini kendi siyasi ajandasına göre eğip bükmeye, hatta sürecin doğal mecrasını bulmasını engellemeye çalışıyor.

Koçyiğit’in sözleri dikkatle okunduğunda bunu görmek zor değil.

Ama asıl mesele şudur:

Bu süreç DEM’in, Kandil’in, HDP’nin veya bireysel aktörlerin süreci değildir.

Bu süreç devletin sürecidir.

Ve o devlet aklının siyaset sahnesindeki en tutarlı, en net, en omurgalı temsilcisi Devlet Bahçeli’dir.

DEM içindeki klik süreci provoke ediyor: “Darbe mekaniği” söylemi boşuna değil

Koçyiğit, Öcalan’ın “süreç bozulursa darbe mekaniği devreye girebilir” ifadesini gündeme taşıdı.

Bu cümlenin DEM içindeki bir grup tarafından nasıl bir “politik şantaja” dönüştürülmek istendiğini anlamak için çok derin analiz gerekmiyor.

Bu çevreler, devlete adeta şunu söylüyor:

“Biz olmazsak süreç yürüyemez, bizden vazgeçerseniz kriz çıkar.”

Bu söylem yeni değil.

2013–2015 arasında da aynı taktik denendi, aynı manipülasyon masaya sürüldü ve sonuç 6-8 Ekim oldu.

Bugün aynı oyunun yeniden devreye sokulmaya çalışıldığı apaçık ortada.

Ancak fark şu: Artık masada Bahçeli var.

Türkiye’de çözüm süreçlerinin kaderini belirleyen kritik fark şudur:

Geçmişte süreç hükümet eliyle yürütüldü, bugün ise devlet aklıyla yürütülüyor.

Ve bu mekanizmanın siyasi ayağında,

• milli güvenlik refleksine sahip,

• devletin kırmızı çizgilerini ezberden değil, yazgıdan bilen,

• terörle mücadele konusunda geri adım atmayı siyasi ölüm sayan

bir aktör var: Devlet Bahçeli.

Bahçeli, bugün hem çözüm arayışının hem de güvenlik perspektifinin garantörüdür.

Bu nedenle DEM içindeki klikler ne kadar “esip gürlerse gürlesin”, süreci manipüle etme güçleri sınırlıdır; çünkü devletin sigortası Bahçeli’nin siyasi ağırlığıdır.

Bahçeli’nin konumu: Hem destek hem denge hem fren mekanizması

Bahçeli bu süreci sahiplenirken aslında üç şeyi aynı anda yapıyor:

1) Devlete alan açıyor

MİT’in ve güvenlik bürokrasisinin Suriye–Irak hattında yürüttüğü operasyonlarla uyumlu bir siyasi zemin kuruyor.

2) Hükümete denge sağlıyor

Sürecin siyasi popülizme kurban edilmesine izin vermiyor.

Ne DEM’e taviz veriyor ne AK Parti’nin seçim hesaplarına alan bırakıyor.

3) Provokasyonlara karşı fren görevi görüyor

DEM içindeki kliklerin, Kandil’in veya dış güçlerin süreci sabote etme ihtimaline karşı siyasi refleksi diri tutuyor.

Türkiye’nin son 40 yıllık terörle mücadelesinde böyle bir konum daha önce hiç kimse tarafından bu kadar net şekilde taşınmadı.

DEM’in değil, Bahçeli’nin gerçeği: Süreç milli çizgide ilerlemek zorunda

Türkiye artık 2013’teki Türkiye değil.

Bölgesel şartlar farklı, güvenlik kapasitesi farklı, devlet iradesi farklı.

Bu yüzden Türkiye’de çözüm arayışı olacaksa:

• Kandil’in dayatmasıyla değil,

• DEM’in manipülasyonuyla değil,

• dış güçlerin pazarlığıyla değil,

devlet aklının çizdiği milli çerçevede olacaktır.

O milli çerçevenin siyasi sahibi ise bellidir:

Devlet Bahçeli.

Gülistan Kılıç Koçyiğit’in açıklamaları, DEM içindeki bir kanadın “üst akıl” oynamaya çalıştığını gösteriyor.

Ama artık Türkiye eski Türkiye değil.

Bu sürecin rotasını DEM değil, Washington değil, Kandil hiç değil…

Ankara belirliyor.

Ve Ankara’nın bu süreçte en güçlü siyasi kolonlarından biri Devlet Bahçeli’dir.

Provokasyonlar olabilir.

Manipülasyonlar olabilir.

DEM içinden çıkan her açıklama, süreci raydan çıkarmak için kullanılabilir.

Ama şunu unutmasınlar:

Masada Bahçeli oldukça, süreç asla milli çizginin dışına taşamaz.

/////////////////////

BATI’NIN BALKANLARDAKİ KİRİ

SREBRENITSA SADECE BİR KATLİAM DEĞİL, ULUSLARARASI BİR OPERASYONDU

Bosna Savaşı’nın üzerinden 30 yıl geçti.

Ama o savaşın kokusu hâlâ burnumuzda.

Çünkü o savaş bir “iç savaş” değildi; bir coğrafyanın üstüne çöreklenen uluslararası bir operasyondu.

Ve bugün eski CIA ajanı Robert Baer’in yıllar sonra yaptığı itiraflar, o operasyonun taşlarını bir bir ortaya döküyor:

Srebrenitsa sadece Sırpların değil, ABD’nin ve Avrupa’nın da dâhil olduğu çok uluslu bir mühendisliğin eseriydi.

Batı’nın yıllardır “soykırım” olarak tek taraflı Sırpların üzerine yıktığı o kanlı sayfada, meğer perde arkasında CIA senaryo yazmış, ABD izin vermiş, Avrupa kapıları kapatmış…

Ve masum insanlar ölürken kimse parmağını oynatmamış.

Baer’in itirafı nettir:

“Srebrenitsa, ABD ile Bosna’daki politikacılar arasında yapılan bir anlaşmanın ürünüydü.”

Batı’nın, müdahale bahanesi yaratmak için bir kasabayı bilerek ve isteyerek feda ettiğini söyleyen bir CIA ajanından bahsediyoruz.

Bu, “tarihi yeniden yazacak” türden bir itiraftır.

Ve kimse bu gerçeği görmezden gelemez.

CIA’nın görevi: Halkları korumak değil, bölmekti

Baer’in anlattıkları, Balkan Haritası’nın nasıl kanla çizildiğini gösteriyor:

– Hayali Sırp terör örgütleri icat edildi.

– Medya yoluyla panik yayıldı.

– STK’lar, gazeteciler, politikacılar CIA parasıyla fonlandı.

– Ekranlarda milliyetçilik pompalanarak toplumlar birbirine kırdırıldı.

Ve en önemlisi:

“Nefreti ekranlardan yaymak CIA’nın resmi görevidir.”

Bu cümle, bir dönemin Yugoslavya’sını değil, bugün dünyanın yüzlerce noktasını yöneten kirli mekanizmanın ana fikridir.

Bosna’da kimse masum değil… en masum görünenler bile

Baer’in ifadeleri bir gerçeği çırılçıplak ortaya koyuyor:

– Sadece Boşnaklar değil, Sırplar da öldürüldü.

– Sadece Sırplar değil, Bosnalılar da suç işledi.

– Ama bütün suç Batı tarafından Sırpların üzerine yıkıldı.

Peki neden?

Çünkü ABD’nin Balkanlar’daki yeni düzeni kurabilmesi için bir “şeytan”a ihtiyaç vardı.

Batı’nın diplomatik mekanizması böyle çalışır:

Önce düşmanı üretir, sonra düşman üzerinden düzen kurar.

Sovyetleri üretti, Afganistan’ı üretti, Saddam’ı üretti, Kaddafi’yi üretti…

Ve Balkanlar’da da Sırpları şeytanlaştırarak yeni sınırları çizdi.

Srebrenitsa, bir katliamdan çok bir “kurguydu”

Burası çok kritik.

Baer, Srebrenitsa’nın “dünya manşetlerine çıkacağı”nın CIA tarafından daha katliamdan bir ay önce bilindiğini söylüyor.

Yani?

Senaryo hazırdı.

Sadece kan gerekiyordu.

Bir kasaba, bir halk, bir coğrafya; uluslararası sahnede güç dengelerini değiştirmek için feda edildi.

Bugün Balkanlar niye hâlâ huzura kavuşmadı sanıyorsunuz?

Çünkü bölge hâlâ o operasyonun “artçı şoklarıyla” yaşıyor.

Batı’nın insan hakları nutukları çöktü

Bugün Avrupa parlamentosunda insan hakları üzerine nutuk atanlar,

o gün Bosna’da kan gövdeyi götürürken parmağını oynatmadı.

Bugün demokrasi dersi veren ABD,

o gün savaşı körükledi, toplumları birbirine düşürdü, ekranlara nefret senaryosu yazdı.

Ve bugün hâlâ Srebrenitsa’yı “tek taraflı bir soykırım” diye pazarlayarak kendi sorumluluğunu saklamakla meşguller.

Ama artık gizlenecek bir şey kalmadı.

Eski bir CIA ajanı bile bunu saklayamıyor.

Bosna, Batı’nın insafına terk edilen her coğrafyanın nasıl paramparça edildiğinin en canlı örneğidir.

Srebrenitsa, sadece bir katliam değil; uluslararası bir operasyonun kod adıdır.

Bugün Balkanlar’daki huzursuzluk,

Ukrayna’daki savaş,

Ortadoğu’daki kaos…

Hepsinin merkezinde aynı akıl var:

Küresel müdahalelerle ülke parçalama, toplum kırdırma, sonra da “barış elçisi” gibi rol kesme aklı.

Bosna bugün gerçeği fısıldıyor:

“Bizi öldüren silah değil, bize kurulan tuzaktı.”

Ve dünya şunu artık bilmeli:

Srebrenitsa’nın gerçek failleri sadece Sırplar değil;

savaşın mimarları olan küresel güçlerdir.