Yine bir Pazar günü.

Bilgisayarımın başına geçip Pazartesi’nin yazısını göndermem gerekiyor.

Geçen pazartesiden bu yana neler oldu diye hafızamı yokluyorum.

Aklıma; zevk için vücuduna elektrik verilen Arakanlı çocuk geliyor.

Aklıma; ‘düşen’ Halep geliyor.

Aklıma; ‘düşürülen’ Mavi Marmara davası geliyor.

Futbol maçı çıkışı, alçak bir saldırı sonucu şehit olan 38 insan (sayı artabilir) ve onlarca yaralı geliyor…

Ya ben çok olumsuzum ya da “inadına iyi haberler” okumak oldukça zorlaştı.

Bilemiyorum…

Bütün bunlar olup dururken bizler ne yapıyoruz peki?

Düşünüyoruz mesela. Geceler boyu. Sonra analizler yapıyoruz arkadaşlarımızla, saatlerce tartışıyoruz, Twitter’da hashtaglere yazıyoruz. Beğendiklerimizi RT’liyoruz ya da bir kalp kızartıyoruz tek tıkla. Daha duyarlı olanlarımız ve ‘140 karaktere sığmam, taşarım’ diyenler ise Facebook’da yazıyor uzun uzun. Sonra yorumlar geliyor. Mesajın muhtevasına göre kızgın ya da ağlayan surat ifadeleri bırakılıyor altına. Change.org’dan sanal imza kampanyaları ile ‘değişim’ rüzgarları estiriyoruz. Birleşmiş Milletler ağzıyla: ‘Suriye’de savaş bitsin’, ‘çocuklar ölmesin’, ‘terör son bulsun’, ‘barış olsun’ vs. gibi kısa ve öz taleplerimizi haykırıyoruz her mecrada. Biz bunları yaparken onlarca insan daha ölüyor bir yerlerde, petrol uğruna, sınırlar uğruna, para uğruna…

İzliyoruz öylece.

“Bu böyle olmaz, bir şeyler yapmak lâzım!” deyip harekete geçmeyi teklif edenlere karşı da derin bir iç çekip, “Reel politikler”den bahsediyoruz. ‘O işler öyle olmuyor’ diyoruz. ‘Devlet aklı beşer aklına benzemez, farklı işler’ gibi sağlam aforizmalar kasıyoruz her seferinde…

Korkuyoruz.

Makamlarımızdan, mevkilerimizden, rahatımızın bozulmasından, para kazanamamaktan, yaklaşan ev kirasından, faturalardan, taksitlerden… Kısacası bizi esir almış, daha doğrusu kendimizi esir verdiğimiz dünyevî menfaatlerimizden 1 gün olsun sıyrılamıyoruz.

“Ne yapalım, hadi söyle?” Derseniz, inanın onu da bilmiyorum.

Bu yazıyı okuduktan sonra karar almış, dünyevî her şeyden vazgeçip elini taşın altına koyacak 100 kişi gazete binasının önüne gelse ve “Biz hazırız Ekrem, hadi bizi yönlendir” dese onları örgütleyebilecek ne zamanım, ne kapasitem ne de bilincim var. Bunun da farkındayım. Birbirine zıt onlarca duyguyu aynı anda yaşadığımız tuhaf zamanlardan geçiyoruz. “Ümitvâr olunuz” tembihlerine dayanarak, yeis’e düşmemeye çalışarak güçlü kalmaya çalışıyoruz… Tek tesellimiz var: Allah, acılarımızdan büyük!