Beyni, süngere benzetirim. Vücuttaki vazifesini kısaca anlatacak olursak; Görülen, duyulan ve hissedilenleri, “tahlil” ve “analiz” etmek, gereğini yapmak için, vücudun diğer organlarına sinyaller göndermekle vazifelidir. Şayet görülen, duyulan ve hissedileni, süzüp ememiyorsa; o beynin “miadı” dolmuştur. Böyle insanlar, gördüklerini ve duyduklarını akıl midesinden ve beyin süzgecinden geçirmeden, direkt dillerine yansıtırlar ve bunu hakikat telakki ederler. Bediüzzaman Hazretleri Mektubat isimli eserinde, bu hususa şu cümlesiyle işaret etmektedir: “Nasıl ki bir yemek mideye girse, o yemek muhtelif a'saba, muhtelif bir surette inkısam edip tevzi olunuyor. İlim ile gelen mesail-i imaniye dahi, akıl midesine girdikten sonra, derecata göre ruh, kalb, sırr, nefis ve hâkeza letaif kendine göre birer hisse alır, masseder. Eğer onların hissesi olmazsa, noksandır…

Evet Risale-i Nur, hakaik-ı imaniyeyi ispat eden, bir tefsir-i Kur’an’i olduğu halde, bazıları varsınlar “Mübarekler heyetinin cem ve terkip ettikleri lahika mektupları”nda geçen Vatikan’ın telgrafını, Celal Bayar’ın mektubunu; Risale-i Nur’dan saysınlar ve tefsir niyetiyle okusunlar. Halbuki bir şeyin lahikası (adı üstünde) lahikadır. Lahik olduğu halde, nasıl eserin aslı sayılır ki? Evet, müellif Lemaat isimli eserinde de zikrettiği gibi:  “Bir fikre davet etmek; zann-ı kabul-i cumhur, şart-ı evvel oluyor. Yoksa davet bid'attır, reddedilir. Ağzına tıkılır, onda daha çıkamaz... 

ASIL KONUYA ODAKLANALIM!

Hazreti İsa'nın (a.s) geleceğini haber veren; 13 Ayet-i Kerime ve 84 Hadisi Şerifi; Cumhur-ı müfessirin ve Cumhur-ı ulemanın re’yine göre Risale-i Nur’da müjde eden Bediüzzaman Hazretlerinin “En ekall bin isteriz” sözünü delil getirerek, lahika mektuplarında geçen 1545 tarihinin Bediüzzamanın asıl kanaatine muhalif olduğunu; şerrin mağlubiyetinin ve hakkın galibiyetinin binler sene olmasını, alemdeki hikmet ve rahmet-i ilahinin iktiza ettiğini; alemdeki fenlerin ise buna şehadet ettiğini beyan ettiğim halde, bir kısım okurlarım “Lahika mektupları, Risale-i Nur’dan ma’dud değildir” sözüne takılıp kaldılar. Yoksa asıl konu, Nüzul-i İsa’ydı (a.s).

Evet Peygamber (a.s.); Buhari, Müslim ve Tirmizi’de geçen bir Hadis-i Şerifinde, şöyle buyuruyor: “Nefsimi kudret elinde tutan Zât’a yemîn ederim ki; Meryem oğlu Ísâ'nın (as) âdil  bir hâkim olarak aranıza inmesi yaklaşmıştır. İnecek, haçı kıracak, domuzu öldürecek, cizyeyi kaldırıp İslâm’dan başka bir şeyi kabul etmeyecektir. Onun zamânında mal kimsenin kabul etmeyeceği kadar bollaşacak; bir tek secde, dünya ve dünyadaki bütün şeylerden daha hayırlı olacaktır.

ULUHİYET, ALLAH’IN İLAHLIK SIFATIDIR

Ahir zamanda inecek olan şahıs, İsa (a.s)’ın kendisidir. Yoksa “ruhu” ve  “şahsı manevisi” değildir. Hem yine Müellif’in “Şahs-ı Ísâ aleyhi’s-selâmın kılıncı ile maktûl olan şahs-ı Deccâl” ifadesinin rağmına; İsa (a.s)’ın gelmeyeceğini, bunun bir şahsı manevi olduğu, hem Deccal’ı öldürmeyeceğini ve öldürülecek olanın İnkar-ı Uluhiyet olan “Komünizm” olduğunu iddia ediyorlar. Kaldı ki, müellifin de ifade ettiği gibi bizzat Hz. İsa (as)’ın öldürdüğü şahs-ı Deccâl, ulûhiyyet-i İlâhiyyeyi inkâr fikrini alemde teşkil ve temsil eder.

Uluhiyet”, Allah’ın “ilâhlık” sıfatıdır. Yani, Allah’u Teala, uluhiyet sıfatıyla beşere resûller ve kitaplar gönderip razı olduğu hükümleri beyan etmiştir. Beşer de bu kanunlara itaat etmek mecburiyetindedir. Eğer insanlar, bu ahkam-ı İlâhiyeyi inkâr edip, kanunlarını kendileri çıkarmaya kalkarlarsa; Allah’ın uluhiyet sıfatında “şirke” düşüp, kendi “ilâhlıklarını” ilân etmiş olurlar. Onların bu kanunlarını kabul edenler de, onları Allah’a şerik tutmakla “müşrik” olurlar. İşte, hadislerde bildirilen, “Deccal’ın ilahlığını ilân etmesi ve Allah’ın ulûhiyetini inkâr etmesi”nden murad budur. Yoksa, Deccâl, Allah’ın zâtını inkâr edecek ve ekser insanlar da bunu kabul edecek demek değildir.

Evet “İnkar-ı ulûhiyyet”ten murad; edebiyatça, maarifce, ahkam, örf ve adetçe dinî esaslara dayanmayan ecnebîlerin devlet idâre şekilleridir. Komünizm inkar-ı uluhiyet olduğu gibi, vahye dayanmayan bütün ecnebi kanunlar da inkar-ı ulûhiyettir.

BİR HATIRA…

Mezkur tevilat-ı fasidenin yanı sıra, bir de böyle absürt bir görüş var:

2008 yılında, Urfa’da Abdülkadir Badıllı’yı kendi evinde ziyaret etmiştim. Konu Nüzul-i İsa (a.s)’a geldi. Abdülkadir Badıllı, İsa (a.s)’ın nüzul ettiğini, bunu Üstad Bediüzzaman’ın Sadullah Nutku’ya söylediğini nakletti. Bende iyide ağabey, hadislerde “Yeryüzünde tek dinin, din-i islam olacağı…” bildiriliyor. Bunu nasıl anlayacağız. Verdiği cevap “E mübarek, hemen olacak değil ya, yavaş yavaş...” şeklindeydi. Halbuki bu konuyu konuştuğumuzda, Bediüzzaman hazretlerinin vefatının üzerinden, tam 48 yıl geçmişti. Şimdi ise 63 yıl geçti...

Sonrasında bu hatıramın detayına da ulaştım. O da şu şekildeydi:

Sadullah Nutku anlatıyor;

‘Üstadımızı ziyaretimin birisinde, bir ara fırsat bularak şöyle bir sual tevcih eyledim: 

Efendim, Hazret-i İsa nüzul etmiş midir?

Hazret-i Üstad az bir düşündü ve sertçe: 

Evet, inmiştir” dedi. 

Ben suali yeniledim: 

Efendim şimdi acaba nerededir? 

Hazret-i Üstad yine biraz düşü­nür gibi yaptıktan sonra, daha biraz sertçe: 

Ya Avrupa'da ya Amerika'dadır” dedi.’ ”

Allah bizleri muhafaza buyursun, bu bakış açısıyla konuyu değerlendirecek olursak; 13 ayet-i kerimenin işareti ve 84 Hadis-i Şerifin ihbaratı, sadece Sadullah Nutku ve Abdülkadir Badıllı’nın fehim ve telakkileri içinmiş. Demek Abdülkadir Badıllı ve Sadullah Nutku bu konuyu detaylıca biliyorlar ya, gerisi hiç mühim değil. Acaba ayet ve hadislerin manası, Badıllı ve Nutku’nun tekeline mi münhasır?

Bu sorumun muhatapları, beyinlerini beylerinin kesesine koyan alıklar değildir…

BU HURAFEYE NEDEN İHTİYAÇ DUYDULAR?
Mamafih, 13 Ayet ve 84 Hadisi Şerifle “mütevatir” bir derecede bütün insanlığı duyurulan ve “akideye” dahil olup, herkesin “iman” etmesi istenilen bir mesele, gizli kapaklı bir şekilde vuku bulup, sadece Abdulkadir Badıllı ve Sadullah Nutku’nun bildiği ve “inanırsan” diye onların bizlere haber verdiği bir şekilde gerçekleşemez. Böyle bir iddia din-i İslam'ı “oyuncak” tutmaktır. Sahib-i risaleti ciddiyetsizlikle “itham” etmektir. İnsanların “zekasıyla” dalga geçmektir. İşin garibi, bunu duyduklarında gülerek ve kızarak “Hadi oradan” diyeceği yerde inananlar var. Taassubun insanlara yaptıramayacağı bir şey yoktur. Adam Bediüzzaman’ın “Mehdi” olduğunu kabul edince, bu “sakat” inancını doğru çıkarmak için, İsa (a.s)’ın da elbette gelip gittiğine inanmak zorundadır.

Bu hurafenin nerden çıktığını ve niye uydurulduğunu ve inananların da niye inandıklarını anladınız mı?

Not: Bediüzzaman hazretlerinin Mektubat isimli eserinde geçen “Hazret-i İsa Aleyhisselâm geldiği vakit, herkes onun hakikî İsa olduğunu bilmek lâzım değildir. Onun mukarreb ve havassı, nur-u iman ile onu tanır. Yoksa bedahet derecesinde herkes onu tanımayacaktır.” cümlesini de tahrif ettiler.

Bir sonraki yazımda, inşallah bu konuyu işleyeceğim… 

Selam ve dua ile….                                      
Fiemanillah