Ülkemiz çok önemli bir seçimin arifesinde. “Milli iradenin sandığa yansıması” olarak nitelendirilen seçimler için, herkes kendine göre bir hazırlık içinde. Seçim çalışmalarının hız kazandığı ve partilerin programlarını allayıp pullayıp milletin önüne getirdiği bu dönemde, âcizane bir kaç kelam etmek istedim.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bugüne kadar geçen süreçte, milli iradenin önüne engeller çıkarıldı. Bu engellerin neticesi olarak, ülkemiz büyük bedeller ödedi. Darbecilerin isimleri değişse de onlara çanak tutan, onlara payanda olan ve onlara kayıtsız şartsız itaat eden bir zihniyet daima vardı. İşte bu zihniyet, Cumhuriyet öncesi İttihat ve Terakki, cumhuriyet sonrası ise CHP zihniyetiydi. Kendilerini milletten üstün gören bu sakat zihniyet “Bu toprakların gerçek sahibi biziz” diyerek,  milletin güdülmesi gereken bir sürü olduğunu düşünüyor ve o yolda ilerliyordu. Onlara göre, cahil olan Cumhur, reisini seçmeyi de beceremezdi.

Şimdi önümüzde yine bir seçim var. Partilerin seçim propagandaları yaklaşık bir yıl önceden başladı. Adaylar da artık netleşti. İktidar, yeni olan “mevcut düzen”i sürdürmeyi, muhalefet ise “eski sistemi” geri getirmeyi “vaat” ediyor. Partilerin vaatlerini sıraladığı bugünlerde, biz de vatandaş olarak, “artıları” ve “eksileri” tartmaya başladık. 

Ülkemizin özellikle yakın tarihini iyi bilip ona göre terazimizi kurmalıyız. “Eski sistemi” geri getireceğim diyen muhalefetle ilgili, “çekincelerimi” aktarmak istiyorum. Allayıp pullayıp önümüze koydukları “eskiye” şöyle bir bakalım isterseniz…

CUMHURİYETİN İLK YILLARINDAKİ, TÜRKİYE!

Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümünün üzerinden 24 saat bile geçmeden Cumhurbaşkanı olan İsmet İnönü dönemi, 11 Kasım 1939’da başladı. Cumhurbaşkanlığından önce 17 yıl gibi uzunca bir süre başbakanlık koltuğunda oturan İnönü, 1950’ye kadar da “Cumhurbaşkanlığı” görevini sürdürdü. Kısaca belirtmek gerekirse 1923’ten 1950’ye kadar Cumhuriyet Halk Partisi, Türkiye Cumhuriyeti’nin “başında” kaldı.

İkinci Dünya Savaşı”na girmemesine rağmen, Türkiye Cumhuriyeti, ekonomik olarak “büyük sıkıntı”lar çekti. 1941’deki enflasyon yüzde 145, kişi başına milli gelir ise, 1600 dolardı. İsmet İnönü’nün bu sıkıntıları aşmak için bulduğu dâhiyane fikirler ise, bugün bile tartışılıyor. “Varlık Vergisi”, “Toprak Mahsulleri Vergisi” ve “Yol Vergisi”, halkın “belini” bükmüştü.

YOL VERGİSİ

19 Ocak 1925 günü 23 maddelik ‘Yol Mükellefiyeti Kanunu’ ile Türkiye’de oturan 18-60 yaş arası erkekler, resmen yol vergisine tabi tutuldu. Verginin karşılığı yılda 6 ila 12 günlük çalışma veya bunun nakdi bedeli 6 ila 12 liraydı. 6 liralık “vergi borcu”ndan dolayı “yorganı” veya “sobası” icra ile satılanların, “hapse girenlerin”, “vergi memurunu öldürenlerin” hatta “intihar edenlerin” haberleri “gazete” sayfalarındaydı. Başbakan İsmet İnönü, 8 Kasım 1928’de TBMM’de yaptığı konuşmada “… size 1926 yılı yol faaliyetinin kati hesabını hikâye edeceğim. 2 milyon yol mükellefi yazılmış, 8 milyon liralık para ile 280.000 vatandaş kendileri çalışarak borçlarını ödemişlerdir. Bu rakamları dikkatle tahlil ettim. Bir defa 13 milyon 600 bin nüfusun 18’den 60’a çıkan mükellefi 2 milyondan fazladır. Sonra 7 milyonluk para ve 280.000 amele 2 milyon mükellefi doldurmaz. Demek ki yol kanunundan verimlilik alamıyoruz. Pek kaçırıyoruz...” ifadelerini kullanıyordu. 

VARLIK VERGİSİ

12 Kasım 1942'de Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe girdi. Özellikle “gayrimüslimleri” hedef alan bu vergi yüzünden insanlar, “Adalar” ve “Beyoğlu”ndaki evlerini satmak zorunda kaldı. Tamamen “keyfiyet” üzerine kurulan bu vergi sisteminde, parayı bulamayan gayrimüslimler; Aşkale'yesürgüne” gönderildi. O dönemde Cumhuriyet gazetesi üzerinden gayrimüslimleri hedef alan yayınlar yaptıran CHP, gayrimüslimlerin Türkler üzerinden “zengin” olduğu “iddiasında” bulunuyordu.

TOPRAK MAHSULLERİ VERGİSİ

Savaş yıllarında sıkışan devlet ekonomisine vergi geliri sağlamak için, köylünün toplam ürününün %10'luk kısmı üzerine uygulanan bir “ayni vergi”dir. 1943–1946 yılları arasında uygulandı.

KARNELİ GÜNLER…

CHP saltanatının sürdüğü tek partili dönemde, 1942 yılında uygulanmaya başlanan ekmeğin “karne” ile verilmesi, eski Türkiye'nin “vahim” durumunu ortaya koyuyor. Söz konusu uygulamayla mahalle muhtarları, haneleri gezerek ekmek karneleri dağıtıyor, buna göre kişi başı en fazla 375 gram ekmek (7 yaşından küçüklere yarısı kadar) “alma hakkı” veriliyordu. Alınan ekmek miktarları ise, tek tek karnelere işleniyordu. Evinde fazla ekmek bulunduran kişiler, “Örfi İdare (sıkıyönetim) Mahkemesi”nde yargılanıyordu. Ekmekten sonra, gaz ve şeker de; “karneyle” verilmeye başladı.

Ülkemizin ne badireler atlattığıyla ilgili yazımıza önümüzdeki hafta devam etmek ümidiyle!

Fiemanillah…