Dışişleri Bakanı Hakan Fidan 14. Büyükelçiler Konferansının açılışında dikkat çekici mesajlar verdi. Sayın Bakanın açıklamaları arasında en dikkat çekici olanlarından birisi de Türkiye'nin AB üyelik sürecinin akamete uğratılmasını stratejik bir körlük olarak tanımlaması ve Türkiyesiz bir AB’nin, gerçek manada küresel bir aktör olamayacağını vurgulaması oldu.

Böylece Sayın Bakan, AB’nin çok temel bir problemine işaret ederek eğer AB, küresel olarak ciddi bir rol oynamak istiyorsa bunu Türkiye’yi dışarıda bırakarak ya da kendisine yabancılaştırarak başaramayacağını ifade etmiş oldu.

Bugün AB’nin en temel problemi, İkinci Dünya Savaşı sonrası başlayan ve 75 yıldır devam eden entegrasyon süreci sonucu AB’nin halen siyasi ve askeri olarak küresel bir aktöre dönüşemediği gerçeği.

Belçika eski Dışişleri Bakanı Mark Eyskens, 1991 yılında bu gerçeğe işaret ederek AB’yi ekonomik olarak bir deve, siyasi olarak bir cüceye ve askeri  olarak da bir solucana (böceğe)  benzetmişti.

Avrupa Birliği tarım, ekonomi, ulaşım, adalet gibi birçok alanda entegrasyon konusunda ciddi bir başarı göstermesine rağmen ortak bir dış politika ve güvenlik politikası geliştirilmesi konusunda halen bir arpa boyu yol olabilmiş değil.

Bunun en somut olarak görüldüğü yer ise Rusya’nın Ukrayna’yı işgal girişimi sonrasında Avrupa’nın içine düştüğü durum. Ukrayna Savaşı ve beraberinde AB’nin yaşadığı şok, hem Avrupa Birliği'ne hem de onu oluşturan üye devletlere, NATO ve Amerikan güvenlik şemsiyesi olmadan ne kadar çaresiz olduklarını bir kez daha göstermiş oldu.

Avrupa Birliği bu çaresizliği ilk defa da yaşıyor değil. AB, Yugoslavya İç Savaşı, Irak’ın işgali, Suriye İç Savaşı, Libya’ya askeri müdahale, Amerika’nın Afganistan’dan çekilmesi gibi ekonomi, göç ve güvenlik alanlarında çıkarlarını doğrudan etkileyen tüm krizlerde etkisiz kalarak olan bitene adeta seyirci kaldı.

Bir zamanlar Trump’ın tazyiklerinden bıkan Merkel, AB’nin kendi kaderini kendi ellerine almasının zamanının geldiğine ya da Macron, NATO’nun beyin ölümünün gerçekleştiğine yönelik açıklamalar yapmış olsa da AB’nin Amerika’ya ve NATO’ya rağmen bir güvenlik ya da dış politika stratejisi geliştirmesini beklememek lazım. Zira her iki aktör, öyle ya da böyle Batı’nın küresel tahakkümünün sürdürülmesinde ortak çıkarlara sahip ve bir süper güç olarak ABD, bu ortaklıkta liderlik rolünü kimseye bırakmaya niyetli değil.

Buna rağmen sahip olduğu teknolojik altyapı ve iktisadi güç ile AB, halen ABD ile karşı karşıya gelmeden ciddi bir küresel rol oynama kapasitesine sahip bir aktör.

Bu noktada sahip olduğu imkânlar ve jeopolitik konumu ile Türkiye’nin AB’ye büyük katkılar yapacağı çok net. Bütün bunlara ve yadsınamaz ortak çıkarlara rağmen AB’de, Türkiye’ye yönelik kültür ve kimlik meselelerinden dolayı tuhaf bir direnişin olduğunu görüyoruz.

Hâlbuki dünya ve küresel sistem çok hızla değişiyor. AB ise hantal yapısı ile günün koşullarına ve şartlarına adapte olmakta çok zorlanıyor. AB’nin siyasi elitleri, Türkiye ile alışık oldukları asimetrik ilişki biçimini bugün halen sürdürebileceklerini zannediyorlar. Bunu yaptıkça da Türkiye’ye kendilerini yabancılaştırıyor ve uzaklaştırıyorlar. 

2005 yılında Türkiye’nin üyelik müzakerelerine başlamasından sonra köprünün altından çok sular aktı. Bugün bambaşka bir Türkiye, bambaşka bir uluslararası konjonktür ve bambaşka bir AB var.

Böyle bir denklemde Türkiye’nin kısa ve orta vadede AB’ye üye olması, uluslararası sistemde yaşanacak çok büyük bir şok olmazsa pek mümkün gözükmüyor. Buna rağmen Gümrük Birliğinin güncellenmesi ve vize liberalizasyonu ile iki aktörün olabildiğince yakınlaşması mümkün olabilir. Böyle bir durumda AB’nin küresel etkinliği de ciddi oranda artacaktır.