Makinelerin tanımlanmış becerileri vardır lakin ruhları yoktur. Onları kullanışlı birer aparat haline getiren şey, düşünceye ve yoruma aracılık yapmalarıdır. Oysa hiçbiri kendi başına yorum yapamaz, düşünce ortaya koyamaz. Sadece tanımlanan görev alanı içerisinde benzer durumların analizini yaparak otonom seviyesine ulaşırlar. Bu haldeyken de tanımlanan çerçevenin dışına çıkamazlar. Dolayısıyla makinenin dili, özü bakımından matematiktir.

İnsanoğlu ise yapısı itibarıyla düşünen, hissedebilen, tercih edebilen, ifade edebilen ahlaki ve duygusal bir varlıktır. İnsanı eşref-i mahlukat seviyesine taşıyan da budur. Bu yönüyle ele alındığında insanı herhangi bir çerçeveye sığdırmaya çalışmak, onun belirli bir hareket dizini üzerinde ilerlemesini beklemek hata olur.

Son yıllarda dozu gittikçe artan “yapay zekâ” tartışmaları, makinelerin evriminden ziyade insan beyninin manipüle edilmesine hizmet ediyor. Tasarlanan şey -tıpkı makine gibi- sadece denileni yapan, yorumdan uzak duran, düşünmeyen, tercih etmeyen, ahlaki olarak hiçbir kaygı taşımayan, tahmin edilebilir yeni bir insan tipini yaygınlaştırmaktır. Bu yeni insanın dini yoktur, sorgulama yeteneği yoktur, aidiyeti yoktur, duyguları yoktur, idealleri yoktur. Sadece verilenle hareket eden görüntü düşkünü bir algıdan ibarettir.

Dikkat ederseniz günümüzün sınav sistemleri, değerlendirme ölçekleri neredeyse tamamen şıklar üzerinden ilerleyen kodlama sisteminden oluşur. Tüm bu sistem, çoktan seçmeli soruların içindeki doğru seçeneği bulmak üzerine kurgulanmıştır. İnsanı bir makine gibi tasavvur eden bu sistemde hiçbir yoruma, duyguya veya iddiaya yer yoktur. Bu insanlar âdeta deney faresi gibi bırakıldıkları labirentte çıkış yolunu bulmak için çırpınıp durmaktadır. Peki, bu sistemi tasarlayan kim, hiç sorduk mu?

Oysa dünyanın en iyi üniversiteleri olarak bilinen Harvard, Stanford ve Massachusetts Teknoloji Enstitüsü (MIT) gibi kurumların değerlendirme kıstaslarına baktığımızda çok yönlü zekâ kullanımını arayan bir yaklaşım geliştirdiklerini görürüz. Yani tez-analiz-sentez aşamalarını dikkate alan, kişinin karmaşık durumlarda pratik sonuçlar üretebilme yeteneklerini destekleyen bir sistemden bahsediyoruz. Böylesi bir sistemin insanın karmaşık yapısını gözeterek inşa edildiğini söylemeye gerek yok sanırım.

Bizdeki eğitim sistemi ve üniversiteye yerleştirme uygulamalarında öğrenciler sözel-eşit ağırlık-sayısal derslerdeki başarısına göre ele alınır. Bu durum ister istemez sayısalcı bir öğrencinin edebiyat, tarih, coğrafya, felsefe, mantık, psikoloji gibi derslerle ilişkisini minimum düzeye indirir. Benzer şekilde sözelci bir öğrenci de matematik, fizik, kimya, biyoloji derslerinden uzak kalır. Oysa nitelikli kafa yapısının dilden, çok yönlü düşünce kabiliyetinden ve yorumlama özelliğinden beslendiğini unutmamalıyız. En azından %5’lik dilimdeki gençlerimizi bu doğrultuda eğitmemiz gerekiyor.

Örneğin Einstein… Onun 20. yüzyılın en büyük beyinlerinden biri olduğunu kabul etmeyenimiz yok gibidir. Ve her dehanın olduğu gibi Einstein'ın da bir gelişme, düşüncelerini olgunlaştırma dönemi olmuştur. İşte böyle bir dönemde arkadaşlarıyla Olympia Akademisi'ni kurmuş ve okuduklarını tartışma fırsatı yakalamıştır. Einstein’ın arkadaşlarıyla birlikte henüz 22 yaşındayken kurdukları bu kulüpte sabahlara kadar okur, tartışırlardı. Bir sayfanın bile günlerce tartışıldığı bu dört senelik kulüpte okunan kitaplar ise şunlardı: Miguel de Cervantes - Don Kişot (1605), Baruch Spinoza - Ethica (1677), David Hume - İnsan Doğası Üzerine Bir İnceleme (1739), John Stuart Mill - Mantık Sistemi (1843)… Çoğunluğu Alman kitaplarından oluşan bu kütüphanede Goethe, Dostoyevski, Boltzmann, Buchner, Hebbel, Heine, Helmholtz, von Humboldt, Kant, Lessing, Nietzsche ve Schopenhauer gibi isimler de bulunuyordu. Bir fizikçi dehanın yetişme döneminde okuduğu kitaplar bunlar. Yoruma gerek var mı?

Kısacası bizim nitelikli okuryazarlık eğitimini önemsememiz gerekiyor. Din, tarih, felsefe, psikoloji, sosyoloji gibi alanlarda karşılaştırmalı metin okumaları yapmak; roman, hikâye, musiki, şiir, resim gibi sanatlarla iştigal etmek en çok da zihni terbiye ediyor. Bu çok yönlü okumalar insanın ruhunu beslediği gibi değerlendirme ve yorum kabiliyetini de geliştiriyor. Daha da önemlisi yetkin kültür ve irfan seviyesine ulaşabilmemiz için her bir ferdiyle toplumumuzu nitelikli okuryazarlar haline getirmemiz gerekiyor. Çin İmparatorluğu zamanında devlet adamı olarak atanacak kişilerde şiir bilgisi ölçülürdü. Benzer bir durum Viktorya İngilteresi, XIV. Louis Fransası ve tabii ki Osmanlı’da da geçerliydi. Fatih, Yavuz, Kanuni gibi pek çok Osmanlı hükümdarı aynı zamanda şairdi, bestekârdı, bir sanatta uzmanlaşmıştı. Osmanlı devlet adamları da şiirde ve bedii sanatlarda zevk sahibiydi. Nitelikli okuryazarlığı küçük yaşlarda edinen bu isimleri büyük bir hükümdar ve devlet adamı yapan özellik, bu çok yönlü düşünebilme alışkanlıklarıydı. Enderun dediğimiz kurum tam da bu işi yapıyordu. Millî Eğitim Bakanlığının aldığı son değişiklik kararlarıyla sınav sisteminde, test usulünden yorum ağırlıklı değerlendirme usulüne geçmesini, bu yolda atılmış önemli bir adım olarak görüyorum. Umuyor ve inanıyorum ki çocuklarımızı tefekküre ve tezekküre sevk eden bu adımlar ileride güzel neticeler verecektir. Kendi cümlelerini kurmaya başlayan nesiler, elbette kendi ülkelerini ve kendi geleceklerini inşa edecek irfanı da yeşertecektir. Mevla görelim neyler, neylerse güzel eyler.