Türkiye son günlerde yabancılara, mültecilere ve göçmenlere karşı iç ve dış mihraklar tarafından köpürtülen ırkçılığı tartışıyor.

Irkçılıkla ilgili tartışmalarda ırkçılık karşıtı ve ırkçı çevreler tarafından farklı amaçlar için kullanılan ortak argümanlardan birisi, ırkçılığın Türk toplumunda tarihsel ve toplumsal bir tabanının olmadığı yönündeki argümandır.

Bu argümanın haklı ya da haksız olduğunu tartışabilmemiz için öncelikle ırkçılık olgusunun tarihsel gelişimine bakmamız gerekir.

Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki ırkçılık, insanlığın tarihi kadar eski bir mesele. Dolayısıyla hiçbir toplum, kültür ya da medeniyetin ırkçılıktan tamamen ari olduğunu iddia etmek mümkün değil.

Buna rağmen günümüzde ırkçılık (racism) dediğimiz ideolojinin modernite ile birlikte toplumsal hayatın tüm alanlarını belirleyen bir ideoloji olarak Batı’da ortaya çıktığını görüyoruz.

Coğrafi keşiflerle birlikte Avrupa dışı dünyaya açılan Avrupa emperyalizminin dünyayı sömürgeleştirirken dayandığı ana ideolojiler ırkçılık ve kapitalizm ideolojileriydi.

Bu süreçte kârın her ne pahasına olursa olsun maksimize edilmesini ve sermaye birikimini hedefleyen kapitalizm; ideolojisi Hristiyan ve Avrupalı olmayan insanların alt insan türleri olduğunu iddia eden ırkçılık ideolojisini ana payandalarından birisi haline getirdi. Milyonlarca insanın köleleştirilmesi, apartheid rejimi, soykırımlar hep ırkçılık ideolojisinden doğmuşlardır.

18.,19. ve hatta 20. yüzyılın ilk yarısı boyunca Batılı bilim adamları ırkçılığın iddialarını kanıtlamak için sözde bilimsel çalışmalar yaptılar. Bilimsel ırkçılık” dediğimiz bu olgu İkinci Dünya Savaşı’nın beraberinde getirdiği yıkım ve faşizmin yenilgisi ile birlikte bilimsel araştırmaların konusu olmaktan çıktı. Zira yapılan çalışmalar dünya üzerinde sadece tek bir insan türünün olduğunu (homo sapiens sapiens) inkâr edilemez bir biçimde ortaya koydu.

Bu noktada ırk (race) ve etnisite kavramları arasındaki ayrıma vurgu yapmak iyi olur. Irkçıların sosyal olarak inşa ettikleri bir olgu olarak ırk kavramının rasyonel ve bilimsel bir temeli bulunmamaktadır. Etnisite ise kültürel, dinî ve lisani farklılıklara dayanan ve toplumsal hayatta gözlemleyebildiğimiz somut bir farklılığa işaret etmektedir. Dolayısıyla bilimsel açıdan bir Arap, Alman ya da İngiliz ırkından ziyade Arap, Alman ya da İngiliz etnisitelerinden bahsedebiliriz.

Buna rağmen ırkçılık yapısal ve sistematik boyutlarıyla bugün hâlen Batı toplumlarında eğitimden siyasete, güvenlikten iktisada her alanda varlığını devam ettirmektedir. Bundan dolayı da kafatasçı ırkçılık ideolojisi İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra büyük oranda akademi ve siyaset dışına itilse de bugün etkisini hâlâ devam ettirmektedir.

Diğer taraftan bir kısım ırkçılar, biyolojik üstünlük iddialarının yapılan bilimsel çalışmalar ile çürütülmesi sonrası kültürel üstünlüğü vurgulayan kültürel ırkçılık ideolojisine dört elle sarılmış durumdalar. Bugün Batı’da beyaz adamın genetik olarak Batılı olmayanlardan daha üstün olduğunu iddia eden biyolojik ırkçılık ile beyaz adamın kültürel olarak daha üstün olduğunu iddia eden kültürel ırkçılık zaman zaman birbirini besleyen ve aynı anda var olan iki ırkçılık türü.

Bazıları tarafından sıkça ifade edildiği gibi "ırkçılık" bir psikolojik rahatsızlık değildir. Irkçılık; toplumsal,
İktisadi ve siyasi boyutları ve hedefleri olan ideolojik bir programdır.

Peki biz Türkiye olarak bu tartışmaların neresindeyiz? Bunu da bir sonraki yazımızda tartışalım...