Yok yok biz böyle değildik! Samimiyetle ‘sevmiyoruz’ artık eskisi gibi birbirimizi. Belli ki birileri bizim kimyamızla oynamış. Çünkü bu dünyaya dair her ne yapıyor isek, mutlaka karşılığını bekler olmuşuz. Gittikçe maddîleşen dünyamızda bizi can evimizden vuran şeylerin; ‘faydacılık, akılcılık ve bireycilik’ olduğunu artık rahatlıkla görebiliyoruz. Bizi biz yapan öz değerlerimizi hızla terk ediyor ve topyekûn bataklığa doğru savruluyoruz. Oysa başta İslam olmak üzere bütün dinler sevginin gerçek değeri üzerinde önemle durmuşlardır. İnsan sosyal bir varlıktır ve kâinatın küçültülmüş bir nüshasıdır. Sevginin değerini bilen bir insan şefkatin, merhametin ve fedakârlığın da ne demek olduğunu çok iyi bilir. Ve bunların hepsini hiçbir karşılık beklemeksizin kayıtsız küreksiz yapar.

Kıymetli dostlar; bütün canlılar sevgiye muhtaçtır vehayatın özü bir tutam sevgidir.’ Nokta. Peki, bu mevzudaki hal-i pür melalimize bir bakalım mı ne dersiniz? Bakın yekten söylüyorum. Bana göre, tüm dünya ‘sevgisizlik’ hastalığına tutulmuş vaziyettedir. Yoksa bana mı öyle geliyor, bilemedim doğrusu… Sanki kimse kimseyi sevmiyor da sadece seviyor gibi yapıyor! Oysa biliyor musunuz dostlar? Sevgisizlik; önce kişinin kalbinde bir yalnızlık arzusu oluşturur, sonra da hızla stres ve depresyonla birlikte saldırganlığa kadar varan bir hastalığa dönüşür. O vakit dünyadaki tüm zalimlere inat, bizleri sevmeyenleri de sevelim mi? Ne dersiniz? Biraz zor değil mi? Ama bilesiniz ki ‘yalnız sizi sevenleri sevmek sevgi değil, sadece bir takastır!’ Gerçek sevgi; ‘Allah rızası için karşılıksız sevmek ve lokmanı karşılıksız paylaşmaktır.’ Vermenin mutluluğu ise bilesiniz ki hiçbir şeyde yoktur. Menfaat ve karşılık beklenilen sevginin ömrü ise kısa olur. Menfaatin bittiği yerde ise sevgi de biter…

Peki ya bizi yaratan Cenab-ı Hakk’a olan sevgimizde ne durumdayız? Burada da bir çıkar ilişkisi falan gözetmiyoruz değil mi? Mesela; namazlarımızı kılarken ya da zekâtlarımızı verirken ‘’Allah bizi sevsin de cennetine alsın diye vermiyor, oruçlarımızı da Allah bizi cehenneminde yakmasın’’ diye de tutmuyoruz değil mi! Çünkü bütün bu ibadetleri Allah’ın emri olduğu için yerine getiriyoruz. Cenab-ı Allah ‘’Ben, cinleri ve insanları sadece bana ibadet etsinler diye yarattım.’’ (Zariyat: 56) buyurarak çok net bir şekilde kendisine ibadet etmemizin gerektiğini biz Müslümanlara bildiriyor. Kıymetli dostlar; ibadet sadece Allah’a yapılır. Asli görevimiz olan ibadetleri yaparken de muradımız sadece Allah’ın rızasını kazanmak olmalıdır. Bu da ancak “Önce O’nu severek, sonra O’nu yücelterek ve en sonunda da O’nun rahmetini umarak’’ mümkün olacaktır. Yani “öncelikle bizleri yaratılmışların en şereflisi olarak yaratan Rabbimizi çok ama çok seveceğiz. Sonra da tüm ibadetlerimizi hiçbir karşılık beklemeksizin ona kul olduğumuz için yapacağız.” Elbette biz kulları olarak Cenab-ı Allah’ın azabından, gazabından ve sorgulamasından korkacak, yasak ettiği her şeyden uzak duracağız. Ve bizlere vadettiği ödüllere cennete ve rahmete ulaşmak için de ibadet edeceğiz. Zîrâ bilesiniz ki ‘Allah’a kul olma şerefi’ hepimize yeterde artar bile! Hakiki bir şekilde Hakk’a kul olabilen bir kişinin iki cihâna sultân olması Allah’ın izni mukadderdir.

Ezcümle demem o ki kıymetli dostlar; tek başına sadece O’nu sevmek ya da tek başına O’ndan korkmak veya sadece O’nun cennetini ummak için ibadet edersek ibadetlerimiz noksan olur. Çünkü Müslümanlığın en ince noktası, yapılan ibâdetlerin karşılıksız yapılmasıdır. Eğer sadece karşılık bekleyerek ibadet edersek kulluğun bir kıymeti kalmaz. Bunun adı Allah korusun ticaret, yapılan işin adı da maalesef “TAKAS’’ olur. Takas’ı da tersten okursanız bilesiniz ki ‘’SAKAT’’ olur. Unutmayın! “Allah’ın bizim ibadetlerimize ihtiyacı yoktur! Bizim Allah’a ibadet etmeye ihtiyacımız vardır…”

Selametle…