Türkiye’nin bugün yaşamakta olduğu göç tecrübesini, eski tabirle muhacirliği, şimdiki ülke içindeki şehirlere göçü saymazsak dışa göç ve içe göç olmak üzere ikiye ayırabiliriz.  Osmanlı Devleti’nin genişlemesine paralel olarak yapılan dışa göçleri organize etmede Sarı Saltık Baba gibi kolonizatör Türk dervişlerinin üzerlerine düşeni hakkıyla yerini getirdiğini, ilk Türk İktisat Tarihçilerimizden Ömer Lütfi Barkan hocanın yazdıklarından öğreniyoruz. Bugünkü Balkanları bu çerçevede düşünebiliriz.

Ancak günler ağardığında, hak vâki olduğunda tersine göçler dediğimiz içe göçler başladı. Sanıldığı gibi bu tersine göçler sadece Rusya ile yapılan 93 Harbi (1877-78) ile başlamadı. 1683-1699 yıllarında OsmanlıAvusturya savaşından sonra ilk göçlerin Üsküp’ten başladığını tespit edebiliyoruz. Bugün de Suriye’den yapılan bu göçlerin veya mülteci akınının -ki o da bir Osmanlı bâkiyesidir- 334. yıldönümü içerisinde olduğumuzu çoğu zaman unutuyoruz.

Mülteci akınlarına maruz kaldığımız Suriye meselesi hariç olmak üzere son 300 yıllık içe göçlere sebep olan daima iki ülke olmuştur. Bunlar Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun Avusturya’sı ile Rusya. Fakat bunlardan başımızı en çok ve en sık ağrıtan ise hep Rusya olmuştur. Son Suriye mülteci akınında da ABD başta olmak üzere Batı kadar Rusya’nın da parmağı yoktur diyemeyiz.

Niyetim, bir göç tarihi sunmak değil elbette. Sözü getirmek istediğim yer şu: Bütün bu göçlerde muhacirler anayurda, Anadolu’ya geldiklerinde onları iskân için çok hızlı ve profesyonel bir şekilde hareket edilmesiydi. Ve iskân demek, sadece yemeğini ve yatacağı yeri ayarlamak değildir Osmanlı’da. Muhacirler daha yoldayken, hangi yörenin hangi yöreye yerleştirileceği, gelenlerin evlerini yapmada ve bir geçimlik temininde halkın (köylü ve yerel idare) nasıl örgütleneceğine dair talimatlar ve yönetmeliklerin çok ilginç özellikler sergilediğini görüyoruz.

Gelenler yatmaya ve yemeye gelmiyorlar. Gelen muhacirlerin, çıkış yerlerinde ne ile uğraşıyorlarsa ona uygun köylere yerleştirildiklerine dikkat ediliyor. Hayvancılık, tarım, balıkçılık, esnaf, zanaatkâr gibi her biri bu özelliklerine göre ayrılıyor.

Örneğin arazi verilirken, verilecek ailenin kaç nüfusu olduğu, verilecek toprağın verimliliği veya çoraklığı, varsa ağaç sayıları, ağaçların meyve verir durumda olup olmadıkları ayrı ayrı ele alınıyor. Şehirliler mümkün olduğunca şehirlere, köylerdeki insanlar da köylere yönlendiriliyor.

Bir geçiş güzergâhında olduğu için en çok yerleştirilen yerler arasından Kocaeli-Düzce koridoru tercih sebebi oluyor. Örnek vermek gerekirse o günlerde (1889 Ekim) Kandıra’ya bağlı Şeyhler (bugün Sakarya’ya bağlı Kaynarca) nahiyesinde, çeşitli köylerden muhacirlere verilen toprak, arazilerin verimliliğine ve aile nüfusuna göre 1 ilâ 20 dönüm arasında değişiyor. Bu örnekler pek çok yöre için bulunabilir.

Demek istediğim şu: Muhacirleri veya mültecileri üretici kılacak hazırlıkları ecdat yapmıştı. Yağmuru ilk defa görmüyoruz…