Evet, olması gereken olmuş ve Ayasofya asli kimliğine kavuşmuştur… Yapılan bütün tartışmalardan damıtılarak çıkarılması gereken en duru ifade budur… Açıkçası son dönemlerde konuyla alakalı yapılan ve her yorumcunun kendi zaviyesinden ama birbirinden kopuk tartışmalarını dikkatle takip ediyorum…

Bu dikkatimin sebebi, yapılan yorumların “derin”liğinden ziyade, meseleyi kendi mecrasından ne kadar uzaklaştıracak ideolojik takıntılar barındırdığıyla ilgili…

Neredeyse bütün tarih boyunca var olmuş bir hakikat vardır; güçlülerin ya

da kendilerini efendi olarak görenlerin zayıf olarak gördüklerine dayattıkları kimlikler…

Zayıf olanın dayatılan kimliğe bir itirazı söz konusu olamayacağı için ve elbette bir bedel gerektirdiği için susmasını bir “gönüllü kabul” olarak görmek, en azından bugünün hakikatleri arasında görülemez…

Yapılan tartışmaların tarih şuuru ya da tarih felsefesi açısından çok ciddi mahsurları var…

Vakıf hukuku açısından yapılan hatalar ise çok daha vahim boyutlar içeriyor…

En vahim konulardan biri de hergörüş sahibinin Ayasofya’nın kendi öznelliğinden bağımsız olarak ona bir “soy

kütüğü” dayatma eğilimidir…

Bu soy kütüğü dayatma ve kimlik inşa etme, Batı’nın tarihsel kodlarında vardır ve hermenötiğin kökleri de insanın bu dayatmadan nasıl kurtulabileceği, kendiliğini, öznelliğini nasıl yakalayabileceği meselesinden doğmuştur…

Fakat bu toprakları bin yıldır şekillendiren Trüklerin hiçbir zaman böyle bir kompleksi ya da korkusu olmamıştır…

Ne mekânlara ne de coğrafi alanlara bir kimlik dayatılmamıştır; bu bir özgüven ya da inandığına dair şüphesizliğin en net göstergesidir…

Bana göre bilimsel alanda yapıldığı zannedilen tartışmaların en net zafiyeti MichelFoucault’un tarif ettiği şu net ifadede kendisine yer

buluyor: “Tarihçilerin çoğu toplumsal süreçlerin tarihçesini, filozofların çoğuysa tarihi olmayan özneyi tercih ederler…”

Yıllardır yaşananı -ciddi bir tarihsel hata ile anakronik olarak- bir mabede kimlik dayatmak olarak tarif etmek gerekiyor…

Bir insanı “köle” yaparak ona bir kimlik dayatmak ile -şekli ve gerekçesi ne olursa olsun-bir mabedi asli amacından çıkararak ona bir kimlik dayatmak arasında çok belirgin bir fark olmadığını çok net olarak anlamak zorundayız…

Bu berraklığı yakalamanın yolu bütün ideolojik perdelerin gözlerden kalkmasına bağlı…

Ayasofya’yı kendi öznelliğinden çıkararak tartıştığınızda, dünyada tartışılmadık hiçbir mekân kalamaz…

Dünyadaki toprakların ya da denizlerin tarih boyunca ne kadar el değiştirdiğini bir düşünün ve önceki her hükümranın oradan hak talep ettiğini hesaba katın…

Böle bir karmaşadan insanlığı akıl sağlığıyla çıkarabilecek bir uluslararası hukuk olabilir mi?

Ya da hangi devlet veya toplum böyle bir tartışmanın içine girmek ister…

Uluslararası hukukun güçlü bir şekilde tanıdığı vakıf hukukunu, Ayasofya üzerinden tartışmaya açanların ayrıca şu gerçeği de çok iyi hesap etmesi gerekiyor…

Filistin’deki ilhaklara karşı yürütülen mücadelenin en kilit noktasını da vakfiyeler oluşturuyor;Eğer bu direnç Ayasofya üzerinden kırılırsa İsrail’e ne denli bir “koz” verileceğini de çok iyi düşünmek gerekiyor…

Zira İsrail yıllardır uluslararası hukuk açısından vakıf arazilerinin ilhakını nasıl meşrulaştıracağının yollarını bulmak için bu alanda dünyanın en çok çalışan hukukçusuna sahip…

Meseleyi politik kırılganlıkla tartışanların düştüğü sığlık, çok küçük bir kısmına işaret edebildiğim derinliklerden bihaber görünüyor maalesef…

Bütün “çokbilmişler(!)” lütfen bırakın da Ayasofya kendi öznel kimliği ve hakikatiyle tarihsel misyonunu haykırmaya devam etsin…