Çeçen-Rus Savaşı’nda dalağını, karaciğerinin bir kısmını, akciğerinin yarısını kaybetmişti. Fakat yakalandığı salgın hastalık yüzünden uyutulduğu son güne kadar sırtında yetimlere erzak taşımaktan geri durmadı.

Sanki bedenine saplanan 17 kurşun yarasının verdiği ıstırabı değil de, sırtında özgürlüğe hasret Kafkasya dağlarını taşıyordu. Yükünün ağırlığı bükemese de belini, dört asırlık hüznü çehresinin kıvrımlarında, zümrüt yeşili bakışlarına saplanan acıda görebilirdiniz.

Bu yüzyıla ait değildi. Adeta tarihten, o kahramanlık çağlarından bendini yıkıp gelmiş gibiydi. Sadece haksızlık karşısında çabucak öfkelenen sert mizacı ile değil, soylu insanlara yaraşır güçlü adalet anlayışıyla da atası İmam Mansur’un bugüne uzanan gölgesiydi adeta. Onda Kafkasya’nın özgürlük çağrısını işittiğiniz Şeyh Şamil’in teslim alınamaz azmini görürdünüz.

Türkiye onu Moskova’ya teslim edilmek üzereyken pasaportunu yırtarak havalimanında direnen Çeçen komutan İmran Abdülazimov olarak tanıdı. 10 yıl boyunca her gününü birlikte geçiren benim için ise yeryüzüne dökülmüş yıldızlardan biriydi. Rasulullah’ın (sav) gökteki yıldızlar dediği ashabının suretini görürdünüz onda.

“Kardeşlerim” diyerek bağrına bastığı Çeçen komutanlar birer birer İstanbul’un sokaklarında vurulduğunda, bir parça dahi korku görmedim gözlerinde. Onların şehadet haberlerini adeta birer müjde gibi verirken, tek korkusu şehit olamamaktı. Ölüm hasretle beklediği bir sevgili, dünya zevkleri ise sevdasından alıkoyan marazlardı.

Her gününü bir şehit gibi yaşadı. Savaşta yaralanıp Türkiye’ye geldikten sonraki tüm ömrünü yetimlere adadı. Çeçenistan’dan, Doğu Türkistan’a; Kabardey’den İnguşetya’ya kadar ailesini özgürlük yolunda kaybeden ne kadar yetim varsa onu tanırdı. Onların Ramazan’ıydı. Kendi evlatlarının ise Ramay’ı. Bir Ramazan günü emanetini Rabbine teslim ettiğinde, onun yokluğunu Sibirya’da, Japonya sınırındaki izbe Rus hapishanelerinde cefa çeken tutsaklar dahi duydu. Çünkü nerede bir mazlum varsa, kalbi onunla atıyordu.

Siz onu 15 Temmuz gecesi görecektiniz: “Müslümanların son sığınağını yıkıyorlar, koşun” diyordu kendi diliyle. İstanbul’da ne kadar Çeçen varsa, kadını erkeği hepsini sokağa çıkarmayı başarmıştı. Darbecilerin tankını ele geçirdikleri vakit, dilini bilmediği Türkler ile ortak bir dili konuşuyorlardı: Allahu Ekber!

Çeçen-Rus Savaşı’nda dalağını, karaciğerinin bir kısmını, akciğerinin yarısını kaybetmişti. Fakat yakalandığı salgın hastalık yüzünden uyutulduğu son güne kadar sırtında yetimlere erzak taşımaktan geri durmadı.

O bir askerdi. Komutanından yetimlere yardım etme emri almıştı. Komutanı şehit oldu. Komutanının komutanı da. Hatta, Çeçenlerin tüm komutanları ve devlet başkanları da. Fakat emir orta yerde öylece duruyordu. Onun gözünde “emir” yetim bırakılamazdı. Ömrü boyunca bu emri yerine getirmek için çalıştı.

Hastanenin morgunda bembeyaz naaşını teslim aldığımda, o iki zümrüt sönmüştü. “Gülsularıyla yıkadım” dedi gassal. Ne gerek vardı ki. Nur nur ile yuğulur mu?