Kültür iktidarı kavgasını ideolojik bir mesele olarak gündemde tutan çevrelerin farkında olmadığı biricik mesele, yaşadıkları dönemin dil duyarsızlığına yaptığı katkı. Okullarda, medyada, ders kitaplarında, devletin resmi yayın organlarında kültür adına yapılan yayınlarda kullanılan dil, her geçen gün melezleşmekte ve kelimeler anlam mecralarının dışına taşınmaktadır. Kültürün ilk basamağı anadilini iyi konuşmak, ait olduğu kültür coğrafyasının kavramları ile düşünmek, anlamak ve doğru yazmaktır. Bunu yapabildiğimizi söyleme imkânımız var mı? Kültür-sanat ve edebiyat iddiasıyla yayımlanan süreli yayın isimlerini buraya yazmak bile, yaşadığımız coğrafyanın diline ihanet olur. Kültür iktidarı tartışmalarını sıklıkla yazarak gündemde tutan arkadaşların mensubu oldukları yayın gruplarında bile absürt marka yayınlar var.

Tanzimat’tan bugüne dili tartışıyoruz. Dil tartışmalarında becerebildiğimiz yegâne eylem dil tartışmaları üzerinden birbirimize ötekileşmek. Kelime tasfiyesini ve dilde arılaşmayı ‘ilericilik’ saymak ve dilden kelime atarak ‘dili zenginleştirmek’(!). Tam tersinden hareketle Türkçesi varken anlamsız bir biçimde Farsça terkipleri bir yerlere marka olarak asmak veya bir şeyleri isimlendirmek. Her ikisinin de sınırsız bir züppelik örneği olduğunu söylemeden edemeyeceğim. “Sofra-i Osmanlı”, “Füzyon Restaurant”, Salash Kebapchi, Kebapchi Ocakbaşı Restoran ve “fusion cuisine” çakma tanımlamaları da birer züppelik örneği olarak cadde ve sokaklarımızda boy gösteriyor.

Dil, kendinize ait kültür coğrafyasının dışında kalan bir kültürün diliyle kavramsallaştığında size ait olmaz. Bizim memlekette toplumun her kesiminden insanlar vâkıf olmadıkları farklı kültür dünyalarını biliyormuş gibi yaparak başta dil olmak üzere pek çok iyi ve güzel şeyin bozulmasına aracılık ettiğinin farkında değil. Bence konuştuğumuzu ve iletişim kurduğumuzu ‘sandığımız’ dilin kelimeleri üzerinde birazcık düşünerek ve anlamaya çalışarak dilimizle sohbet edelim. “Sohbet ortamından ayrılıp muhabbet meclisine yöneldiğimizde ahşap evin eli böğründe gölgeliğinde eli kulağında bekleşen arkadaşların heyecanını gönlünde hissetti.”

Sohbet, muhabbet, eli böğründe, eli kulağında ve gönül” kelime ve deyimlerini bir sözlüğe bakarak farklı anlamları üzerine düşünmek için yazdım. Özellikle gönül kelimesine bakılırsa dilimizin kelimeleri hususundaki cehaletimiz apaçık bir biçimde ortaya çıkar; bu kelime ile ilgili yapılan açıklamalar, bu yazının kelime sayısından fazla. Benzer bir araştırmayı sohbet ve muhabbet için de yapmalısınız. Sıkça kullandığımız bu kelimeler sıradanlıktan kurtarılırsa hayatlarımızdan nelerin çıktığına şaşırırsınız. ‘Dostluk ve sevgi’nin anlamını, gerçek anlamından koparıp gündelik dil duyarsızlığı içerisinde geveleme ve gürültü ortamında sağırlığa mahkûm bir toplumu birbirini anlamadan dinleyenler haline getirdik. 

Başından itibaren Türkçenin müdafaası için yazıp konuşanların alaya alındığını biliyoruz. Namık Kemal’den Oktay Sinanoğlu ve Hüseyin Movit’e Türkçe konusunda mücadele edenlerin isim listesini oluşturursak sekiz punto yazı ile günlük bir gazetenin bir sayfasına sığmayabilir; ancak hâlâ Türkçe konuşma ve yazma iddiasındaki ülkemizde dil, imla ve kelime tartışmalarına devam ediyoruz. Bu meselede resmî kurumlarımız yeterli yasal yetkiyi haiz olmadıkları için, münevverlerimizin bir kısmı da “aydın takılmak” için meseleyi görmezden gelmeyi tercih ederek sorumluluk almıyorlar. RTÜK, dili İngilizceleştiren ‘TiVi’lere bunun Türkçe telâffuzunun TeVe olduğunu öğretemedi. ‘Lokasyon’ demekten ‘yer’ kelimesini unuttuk. ‘Popüler’ olanlar ‘meşhur’ kelimesinin taşıdığı kültür birikiminden habersiz; “popüler bir edebiyat öğretmeni, popüler bir şarkıcının şarkı sözleriyle meşhur bir edebiyatçıya şiir anlatabilir mi?”

Siyasetçiler, doktorlar, avukatlar, tacirler, öğretmenler, öğrenciler hattâ bazı gazeteci ve köşe yazıcıları ile diğer meslek insanlarının da Türkçeye dair bir endişeleri yok. Kimileri bağırarak iyi ve doğru konuştuğunu, birileri pazar tezgâhı satıcısı ve minibüsçü çığırtkanlığı ile Türkçe konuşma çabasında. Doktor raporları Latince ve İngilizce kelimelerin istilasında; yazılıp eline tutuşturulan hasta, tek kelime anlamıyor.  Öğrenciler, ihtiyaç sahipleri dilekçe yazamıyor. İş insanları ticaretleri ile ilgili dört başı mamur bir iş mektubu yazamamaktan gocunmuyor. Plaza çalışanları melez bir dil ile ‘e mail yazıyor olmaktan cool durma çabasında”.

Edebiyat fakülteleri yüksek lisans ve doktora yapacak öğrencilerin Türkçe bilip bilmediklerine bakmaksızın İngilizce, Fransızca veya Almancadan yeterlilik sınavına tabi tutarak dünyada örneği olmayan bir imtihan veriyorlar. Buralarda eğitim görenler yirmi beş-otuz yıl önce ve daha eski tarihli Türkçe edebî eserleri ‘sadeleştirerek’; Türkçeden Türkçeye tercüme eden mütercimler olup tarihe geçiyorlar.

Ana dillerinden tercüme yapan başka bir millet var mıdır?