Bir süredir “milli kimlik”, “milli duruş” ve “milli ordu” gibi kavramları sık sık konuşuyoruz. Ülkemizde 1960’lı yılların sonundan itibaren İslami kimliğin siyasette var olmasını sağlayan hareketin adı da “milli görüş” olunca yaklaşık elli yıldır tartışmalarımız bu kavram etrafında dönüyor.

Milli’nin millet kavramıyla ilişkili olup olmadığı, millet’in Kur’an’daki karşılığının “din” olduğu şeklindeki konuları yeniden açmak değil niyetim. Kastım, bizim siyasi literatürümüze milli kavramının diğer bir adı olarak geçen “ulusal” kavramı aslında. Böyle söylersek daha kolay olacak sanırım.

ÜMMET TEORİDE BİRLEŞTİRİYOR

11 Eylül sonrasında Afganistan’da başlayıp, Irak’a oradan Suriye’ye kadar uzanan ve ağır sonuçları olan savaşları yaşamamış olsaydık, hala “ulus” kavramını “ümmetçiliğin” zıttı, hatta düşmanı olarak kullanıyor olabilirdim. Zaten İslamcı düşünce ümmetin dağınıklığını “ulusçuluk cereyanı”na bağlamakta değil mi?

Oysa ki, İslam dünyasındaki bu kan denizini gördükten sonra, “milli bir ordunun yokluğunda” ve ülkelerin halklarının “milli bir duruş” göstermediklerinde başlarına neler gelebildiğini acı bir şekilde tecrübe ettik.

Kimi zaman “teoride birleştirici” olduğunu sandığımız kavramların sahada “bölücü”;“ayrıştırıcı” sandıklarımızın ise nasıl “birleştirici” olduğunu artık biliyoruz.

Mesela Irak… Saddam Hüseyin döneminde Irak’ta baskıcı bir idare olsa da, ordu milliydi. Yani “etnik köken ve mezhebi aidiyetlerden bağımsız olarak” Iraklı kimliğine sahipti. “Anahtar tanım” da burada zaten.

İşgalden sonra bu ordu lağvedildi. Yerine Abdülaziz El Hekim’in liderliğindeki Irak İslam Devrimi Konseyi isimli, uzun yıllar İran’da faaliyetini sürdürmüş bir Şii örgütün mensuplarından oluşan ordu kuruldu. Halen Irak Ordusu dediğimiz yapı aslında, bu örgütün öncülüğündeki diğer Şii-Arap ve kısmen Şii-Türkmen silahlı yapılardan ibaret.

Bu ordu, Irak’ın diğer etnik unsurlarını yani Kürtleri ve Sünni Türkmenleri temsil etmediği gibi; halkın yarısı durumundaki Sünni Arapları da temsil etmiyor. Felluce, Diyala, Ramadi ve Musul’daki Sünni katliamlarından sorumlu olan yapı da zaten bu. Çünkü herkesin ümmeti, kendi mezhebinden, hatta kendi “sınırlı İslam algısından” ibaret.

Aynı durum Suriye’deki Baas Ordusu için de geçerli. Bu ordunun komuta kademesinin büyük çoğunluğu Alevi-Nusayri olmasaydı, bugün bir milyon insanın can verdiği bir iç savaş yaşanır mıydı?

MİLLET VE ORTAK VATAN BİLİNCİ ÇATIŞMALARI ÖNLÜYOR

İşgalcilerin saldırılarından korunma ve iç savaşı engellemenin yolu devletinizin milli olmasıyla mümkün. Suriye ve Irak’ta savaş bitse bile artık hiçbir şey eskisi gibi olamayacak.

Bunun alternatifi adeta milletler üstü bir kimlik olduğu zannıyla savunduğumuz “ümmetçilik” de değil. Güçlü bir milli devletiniz yoksa, diğer Müslüman halkların derdini önemseyip, sorunlarını gündeme getirebilme ihtimaliniz de yok.

Yani “ortak bir vatan ve ortak bir tarih şuuru” etrafında kenetlenmiş bir millet değilseniz, ümmetçilik paradoksal olarak sadece biraz daha bölünmenize katkı sunan bir argümana dönüşüyor.

Kendinizi bir anda “Türklerin ve Arapların devleti var, Kürtlerin neden yok”, “Sünnilerin var, Şiilerin olunca mı gözünüze çok göründü?” derken bulabilirsiniz. Üstelik ümmetçi olma adına.