Geçtiğimiz hafta, âlem-i İslam’ı ifsatla görevli olan Pavlos (Bolis), Abdullah Bin Sebe ve Emanuel Karasu’dan bahsetmiştim. Kurdukları gizli örgütle, bizzat Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerini hedef aldıklarını aktarmıştım. Risale-i Nur Külliyatı’nı, “komünizm fikrini çürütmek için yazılmış bir eser” gibi tasnif eden bu örgütün, her bir mahlûkta “halk fiili”ni gösteren Risale-i Nur Külliyatı’nı nasıl manipüle ettiklerini anlatmıştım. “Muhatabını Esmâ ve Sıfât-ı İlâhiye’ye sevk eden bu muhteşem eser, bütün mesail-i imaniyenin hak ve hakikat olduğunu izah ve ispat etmiştir.” diyerek de hatırlatmada bulunmuştum.

 YANLIŞ ANLAMALARI TASHİH ETMEK ADINA!..

Bazı dostlarım, mezkûr yazımı okudukları hâlde sanki Risale-i Nur Külliyatı’na bir “eleştiri getirdiğimi” zannetmiş olacak ki; yazıma “itirazda bulunmuşlar”. Risale-i Nur’u eleştirecek “hakkım” ve “haddim” bulunmadığı bilincindeki biri olarak, yanlış “anlaşılmayı tashih etmek” adına, bu hafta aynı konuyu ele almak istedim.

Risale-i Nur Külliyatı, ilm-i hakikattir. Kur’an-ı Kerim’in dört ana esası olan tevhid, nübüvvet, haşir ve adalet gibi konuları, gayet makul ve kolay şekilde izah eden bir şaheserdir. İlm-i hakikat, tevhiddir. Evet bu nurlu eserin en müessir dersi, Tevhid-i Zât, Tevhid-i Sıfât, Tevhid-i Esmâ ve Tevhid-i Ef’âl’i izah etmesidir. Risale-i Nur okuyucularının bazılarının gözden kaçırdıkları husus da budur.

ZAHİRDEN HAKİKATE YOLCULUK!..

Risale-i Nur altı erkan-ı imâniye ve beş esas-ı ubudiyet ile birlikte, usul-i hamseyi (beş asıl) izah ederek muhatabını zahirden hakikate ulaştıran bir özelliğe sahiptir. Hakaik-ı İslamiye dediğimiz; Allah’a, ahirete, peygamberlere, kitaplara, vücûd-i melaikeye ve kaza ve kadere iman ile birlikte; namaz, oruç, zekat, hac ve kelime-i şehadet dediğimiz esas-ı ubudiyeti öğretmektedir. Tüm bunlarla birlikte, usul-i hamse denilen; can, mal, namus, din ve aklı muhafaza etmek adına, Kur’an-ı Kerim’in koyduğu emirlerin ayn-ı “hak” ve “maslahat” olduğunu da ispat etmektedir.

Konu böyle olduğu hâlde, kimi sözde Risale-i Nur müderrisleri “cehaletlerini” gizlemek adına, yukarıda beyan ettiğim şekliyle, izah edilmesini “yasaklarken”; kimi müderrisler de çiçek ve böcekten abartılı bir şekilde bahsedip sadece Allah’ın varlığını ispat ediyorlar. İlmi-i hakikat dediğimiz Esmâ ilmine, bir türlü intikal edemiyorlar.

“BURADA, ALLAH’IN VARLIĞINI İNKÂR EDEN YOK Kİ!..”

Sözün burasında bir hatıramı aktarmak isterim: Sene 1994’tü. Ayet-ü’l-Kübra isimli eseri cebimde taşıyordum. Allah selamet versin Malatya’da bir arkadaşın yanına uğramıştım. Kitabı açıp okuduğumun aksine, sadece Allah’ın varlığını ispat etmek için şiddetli bir mücadele veriyordum. Arkadaşım bana hitaben “İyi de burada Allah’ın varlığını inkâr eden yok ki…” şeklinde bir itirazda bulunmuştu. Ben ise bu itiraz karşısında afallamıştım. Halbuki Risale-i Nur, evvela tevhid delillerinden herhangi bir eseri nazara verir, oradan fiili ispat eder. Okuyucuyu fiilden isme, isimden de sıfata geçirip, “Zât-ı Vacib-ül Vücüd”un vücudunu ispat eder.

Yine aynı eserde, haşrin delillerinden, herhangi bir sanat ve nimeti nazara verip, oradan fiili ispat eder. Muhatabı fiilden isme geçirdikten sonra, Haşr-i Azam’ı onun üzerine bina eder.

Keza aynı metotla ‘Risalet-i Muhammedi’nin (s.a.v.) hakikatini hem izah hem de ispat eder. Böylelikle bu eseri tahlil ve tetkik eden kişi, şahit olduğu her bir şeyde, Kur’an-ı Kerim’in 6 bin 666 ayetini müşahede ederek, bu âlemin yaratılmasındaki âlî gaye ve yüksek maksatları zevk ve derk eder…

Selam ve dua ile…

Fiemanillah.