Dünya bir kez daha nükleer kelimesini korkuyla telaffuz ediyor. ABD, İran’da Fordo, Natanz ve İsfahan’daki üç nükleer tesisi vurdu. Hedefin ne olduğu kadar, bu saldırının sonuçları da geniş bir coğrafyada endişe yaratmış durumda. Savaşın gölgesi büyürken, bir başka gölge daha uzanıyor: Nükleer sızıntı ihtimali.

Fordo yerin derinliklerine gömülü bir uranyum zenginleştirme merkezi. Natanz, İran’ın nükleer programının kalbi. İsfahan ise nükleer yakıt üretiminin merkez üssü. Bu üç noktaya yapılan saldırı, sadece bir askeri operasyon değil, bir nükleer risk zincirinin ilk halkası olabilir. Peki ya içerideki maddelere ne oldu? Radyoaktif malzeme sızdı mı? Hava, su, toprak etkilendi mi? Sorular çok, cevaplar hâlâ karanlık.

İran tarafı şimdilik ciddi bir sızıntı olmadığını iddia ediyor. Ancak unutmayalım: Çernobil’de de ilk açıklama “her şey kontrol altında”ydı. Oysa rüzgâr çoktan Avrupa’yı aşmıştı. Bugün Natanz’ın çatısında oluşan bir yarık, yarın Van’da çocukların tiroit bezlerinde nodül olarak karşılık bulabilir. Çünkü nükleer risk, jeopolitik sınır tanımaz.

Türkiye, İran’a en yakın ülkelerden biri. Havanın yönü, yağışın biçimi, atmosferin hareketi; bunlar bizim kaderimizi doğrudan belirleyebilir. Şayet hedef alınan tesislerdeki zenginleştirilmiş uranyum, plütonyum ya da başka radyoaktif maddeler atmosfere karıştıysa, bu sadece İran’ın değil, tüm bölgenin sorunudur. Özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu için tehlike çanları çalıyor.

ABD’nin bu saldırısıyla aslında yalnızca İran değil, bölgedeki tüm sivil halk cezalandırılıyor. Nükleer tesis vurmak, yalnızca askeri değil, insani bir tehdittir. Bu tehditin ölümcül boyutlara ulaşması durumunda, ilk etkilenmesi muhtemel ülkeler arasında Türkiye, Irak, Azerbaycan ve Körfez ülkeleri bulunuyor. Radyasyonun doğrudan öldürücü etkisinden ziyade, uzun vadeli etkileri; kanser vakalarında artış, doğum kusurları, kısırlık ve toprak-tarım kaybı gibi sonuçlar doğurur.

Bilimsel tahminler, eğer saldırı sonrası ciddi bir sızıntı oluşursa, önümüzdeki 5 yıl içinde bölgesel radyasyon kaynaklı ölümlerin 3 bin ila 7 bin arası olabileceğini gösteriyor. Fakat bu sayılar asla sadece istatistik değildir. Bu, yüz binlerce insanın yerinden edilmesi, ekosistemlerin çökmesi ve sosyal çöküntü anlamına gelir.

Türkiye için bu saldırı, yalnızca sınır komşusunda bir askeri hareketlilik değil, ulusal güvenliğe dair bir uyarıdır. Hükûmetin anlık bir kriz merkezi oluşturması, meteorolojik takibi anbean yapması ve halkı şeffaf şekilde bilgilendirmesi şart. Unutmayalım, halk sağlığı zamanla yarışır, siyasetle değil.

Uluslararası toplumun da bu saldırılara karşı sessiz kalması kabul edilemez. Nükleer tesise saldırı, Birleşmiş Milletler Antlaşması’na göre açık bir savaş suçudur. Kimse nükleer gölgeyi bölgeye yayma hakkına sahip değildir. ABD, bu adımıyla sadece bir tesisi değil, çok daha fazlasını vurmuştur: İstikrarı, hukuku, insan hayatını.

Şimdi bir kez daha hafızamıza kazımalıyız: Radyasyon vize sormaz. O nedenle biz bu savaşın tarafı değiliz diyerek sıyrılamayız. Çünkü o radyasyon, belki rüzgârla gelecek, belki yağmurla düşecek, belki de çocuklarımızın nefesiyle içimize işleyecek.