Bir sinema salonunda karanlık çöktüğünde, sadece perde aydınlanmaz. Aynı zamanda hafızamızın tozlu rafları, hayallerimizin belirsiz köşeleri ve bazen de vicdanımızın susturduğu sesler aydınlanır. Sinema, yalnızca bir eğlence aracı değildir. O, bir zaman makinesi, bir duygusal aynadır. Bazen bir tokat, bazen bir öpücük. Ama hep bir şeydir; gerçektir…
Toplumlar kendi hikâyelerini anlatmaya başladığında medeniyet kurulur. Ancak bu hikâyeler ne zaman görsel bir forma bürünürse, o zaman kolektif hafıza oluşur. Sinema tam da bunu yapar. Sessiz filmlerden bugünkü dijital devrime kadar, sinema hep bir şey söyledi: “Bak, bu senin hikâyen!”
Ama son yıllarda bu hikâyeler ne kadar bizden? Yerli sinemada karakterler ya çok karikatürize ya da fazla steril. Sokaktaki insanın acısı yerine, apartman dairelerindeki yapay ilişkiler anlatılıyor. Oysa bir zamanlar “Sürü”, “Yol”, “Selvi Boylum Al Yazmalım” gibi filmler, gerçekliğin ta kendisiydi. Anadolu’nun tozu sinemada hissedilirdi. Şimdi ise çoğu film, beyaz perdenin steril dünyasında topluma sırtını dönmüş gibi.
Bugünün sinemasında dijital platformlar baskın. Netflix, Amazon, Disney... Yani sinema artık dev bir “algoritma” tarafından şekilleniyor. Hangi tür izleniyor, hangi oyuncu popüler, ne kadar süreyle bakılıyor... Her şey ölçülüyor, tartılıyor, sonra da önümüze “tüketmemiz” için sunuluyor.
Bir filmin iyi olup olmadığını anlamak için artık IMDb puanına, sosyal medyadaki yorumlara bakıyoruz. Ama bunlar sanatın kalbini yansıtmaz. Sanat, çeteleye gelmez. Popüler olmak her zaman iyi olmak değildir. “Recep İvedik” serisi gişe rekoru kırıyor olabilir ama bu, sinemamızın ilerlediğini mi gösterir yoksa toplumsal zekâmızın düştüğünü mü?
Eskiden sinema salonuna gitmek bir etkinlikti. Şimdi her şey telefona sığdı. Seyircinin dikkati artık 90 dakikayı kaldırmıyor. Diziler daha çok izleniyor çünkü “çabuk tüketilebilir”. Sinema ise sabır ister, dikkat ister, zihinsel emek ister. Ama biz kolay olanı seçiyoruz.
Bu tercihler bir süre sonra sinemanın kendisini değiştiriyor. Senaristler artık derinlikli karakterler yazmak yerine “trende uygun” hikâyeler kurguluyor. Yönetmenler estetikle boğuşmak yerine prodüksiyon hızını önceliyor. Ve böylece sanat, market rafındaki ürün gibi sunuluyor.
Sinemayı yeniden “görmek” gerek. Sadece izlemek değil; o sahnelerin ardında ne var, o karakter niye öyle davrandı, o ışık niye öyle yandı… İşte bunlar sorulmalı. Sinema üzerine konuşmalıyız, tartışmalıyız, eleştirmeliyiz. Çünkü sinema konuşuldukça yaşar.
Yeni yönetmenlere, bağımsız yapımlara, festival filmlerine alan açmalıyız. Kültür politikalarında sinemaya destek, sadece bütçeyle değil; vizyon sağlayarak da olmalı. Unutmayalım, bir toplumun aynası sinemasıdır. Peki biz o aynaya baktığımızda ne görüyoruz?