Portekiz’in Coimbre şehrinden selamlar. Avrupa Karate Şampiyonasının yapılacağı bu küçük şehirde İstanbul Ticaret Üniversitesi’ni rektörlük seviyesinde temsilen öğrencilerimizin başında geldim. Burada yalnızca bir günlük bazı izlenimlerimin bile İspanya ile veya bir yönüyle de Orta Avrupa’ya benzeştiğini söyleyebilirim.

Nüfus sadece Polonya, Bulgaristan veya İzlanda’nın problemi değil, bütün Avrupa’nın ortak problemi. Nüfus doğal yollardan artmadığında ikinci bir yol olarak başvurulan göçmen politikaları da ırkçı partilerin yükselişine yol açan bambaşka beklenmedik bir trendi doğurdu. Avrupa’nın her köşesinde sağduyulu insanların ortak endişesi, 1960lardan buyana yerleşmeye başlayan göçmenlerin Avrupa’yı tamamen terk etmesi. İngiltere, Almanya, Fransa gibi Avrupa’nın amiral gemisi olan ülkelerde nüfusun %5’inden %10’una kadar değişen ve her geçen gün nüfus yüzdeleri artmaya devam eden göçmenler artık çoğu yerde uluslararası anlamda `azınlık` statüsüne yükselmeye başlamış haldeler. Aslında saydığımız bütün bu ülkeler ve daha önceki yazılarımda özellikle vurguladığım gibi bütün Kuzey Avrupa yaşlanan nüfus problemini hep birlikte çekiyor. Bütün Avrupa’da sokaklarda yaşlı ve mutsuz insanları görmek insanlık adına insanı üzüyor.

Geçen hafta Arnavutluk’ta yakalayabildiğim manzara, daha yoğun ve hareketli, insanların her şeye ve bütün kötü tecrübelerine rağmen geleceğe yönelik çalışmaya yoğunlaştıkları ve ümitli olduklarını söyleyebilirim. Aynı tabloyu Makedonya’da, Kosova’da ve hatta kısmen de Bosna-Hersek’te yakalayabilirsiniz.

Daha Doğu’ya gelindiğinde ise Ortadoğu’daki nüfus artışının sağlıklı bir sosyal piramit oluşturduğunu ancak genç nüfusun yeterli eğitim alamamaları ve ekonomik dengesizlikler ve hepsinde önemlisi bitmek bilmeyen işgal ve savaşlar bu sosyal yapıyı tamamen bozmuş durumda.

Beş yıl önce İspanya üniversiteleri ile görüşmek üzere bölgeye ilk geldiğimde, 1970-80’li yıllarda çevrilmiş olan konulu hareketli macera filmlerinin çizdiği tablonun oldukça dışında, hareketsiz ve kasvetli bir yarımada bulduğumu itiraf etmeliyim. İspanya’da Endülüs bölgesini gezerken her adımda kendini hissettiren hüzün ve utanç.

Şimdi Portekiz’de otoyol boyunca seyrek trafik, ana caddeler dışında akşam saatlerinde tamamen boşalan sokaklar, az sayıda çocuk ve genç bütün Avrupa’nın ortak resmi gibi duruyor.

Müsabakaların yapılacağı üniversiteyi gördüklerinde gençler, Anadolu’daki üniversitelerimizin fiziki imkânlarının gerçekten daha yukarıda olduğunu söylemeden edemediler. Bölgede fiziki şartlar, Avrupa’nın diğer Latin bölgeleriyle birbirine çok benziyor.

Fakat bununla birlikte takdir edilmesi gereken çok önemli bir nokta var. Yeşillikler içerisinde geniş sosyal mekânlarıyla ve muhteşem bir şehir planlaması ile kaotik ve fırsatçı bir şehirleşmeye asla izin vermiyor. Nüfusun yoğunlaşacağı anlaşılan her yerde imar planlaması önceden yapılmış. Sosyal mekânların olduğu tarihi ve kültürel yapıların korunduğu ve alabildiğine çevreci bir yaklaşım içerisinde aynı insani şehir planlaması örneklerini Kırgızistan’dan başlayıp bütün eski Sovyet ülkelerinde ve Atlantik Sahilleri ne kadar bütün Avrupa’da görmek mümkün. Tarihi ve turistik mekânlar ile çevreci bir yaklaşımla insani bir şehirleşme oluşturulmuş. Bu şehirlerin hiçbirisinde dikey yapılaşma yok. Tam aksine yatay yapılaşma Aynen eski Yugoslavya ülkelerindeki gibi iki katlı bahçeli ve iyi planlanmış bir yapılaşma var. Bütün eski Sovyet coğrafyası Balkanlar ve Avrupa’da biri komünist blokta diğeri Batı blokunda yer alan birbirine zıt iki ayrı sistem altında bu başarıyı yakalamışlar.

Gerçekten uçsuz bucaksız zeytin ağaçları ve karışık ormanlar, yer yer de Akdeniz tipi çalılıklar, fakat şehirler dışında her yer yemyeşil.

Burada asıl meselenin insanlara makul ekonomik standartları sağlamanın yanında sosyal yapı içerisinde huzurla yaşayabilecekleri bir yerleşim modelinin sağlanabilmesi olduğunu söyleyerek bugünkü yazımızı sonlandıralım…