Bir kaç gündür garip sorulara muhatap oluyorum. “Kim kazandı?” “Deve sidiği içmek şifa mı?” Yetmedi, benim adımı da “olay”a katan sakil feysbuk sallamalarını da gözüme sokuyorlar. Türkçesi şu: “Biz takımı kurduk, sen de gelsene!” “Topa sen de girsene!”

Araya İsrail girdi. Kudüs gündemi gelip boğazımıza dayandı da, “melekler dişi mi erkek mi?” diye tartışa duran ortaçağ zangoçlarına benzemekten son anda kurtulduk. Kıblemiz, mirac kapımız, secdegâhımız Mescid-i Aksa’ya döndü gönlümüz. Olmadık lakaplarla birbirlerini aşağılayan, tuhaf etiketlerle birbirlerini dışlayan tartışma ehli hocalarımız, şu sıralar, Kudüs hatırına, aynı düşmana, aynı zalime baş kaldırıyorlardır, eminim. Başka türlüsü nasıl olabilir ki…

Sadede geleyim.

Başında “Acaba hangisi kazanır?” diye el ovuşturulan, sonunda “Bence falankes iyiydi ama öbürü de iyi hazırlanmıştı vs.” diye malum futbol maçı sonrası yorumlara konu olan ‘din tartışmaları’nın kazananı yoktur. Bu kavgaların kazananı, olsa olsa, yüksek magazin formatıyla, düello hevesiyle, birbirlerinin şöhretine şöhret katan ‘hoca’lar olur. Kazanan, reyting patlaması yapmaya çalışan tartışma programcısı olur. Kesin olarak, reklam almak isteyen televizyon kanalı da kazanır. Allah’ın, Kur’ân’ın, Peygamber’in adının holiganlığa dönüşmüş sığ söylemlerin mızrak uçlarında sallandıkça, şüphe kazanır, boş söz kazanır, laf taşımalar başköşeye kurulur.

Bize gelince, biz sadece kaybeden oluruz. Önce, vakit kaybederiz, tazecik nefeslerimizi, diri dudaklarımızı boş yere yorarız, muhteşem beyan kabiliyetimizi faydasız ve boş sözlerle kokuştururuz. Mecalimizi kaybederiz; kavgada ara dayağı yiyen olarak ilk biz düşeriz. Ciddi oranda estetik kaybına uğrarız, insafsız karalamalar arasında, hakikatin beyzasından oluruz. Kalbimizin huzurunu kaybederiz, rekabetin ve tehevvürün ateşli telaşları içinde duygusal tökezlemelere düşeriz. İzzetimizi kaybederiz; cazgır sesler arasında boğulur inceliğimiz, kabalıklar alında ezilir nezaketimiz. Duamız düşer avuçlarımızdan; sen-ben çekişmesinin fırtınasında, çoğunu israf ettiğimiz ömrün son değerli kırıntılarını da kof s/övgülere hasrederiz. Ümidimizi kaybederiz, kurgulanmış bu tartışmaları ciddiye ala ala, sanırız ki ‘tutarlı’ değildir bize gönderilen din, tutacak dalımız kalmamıştır, yalpalamamız şiddetlenir. Güvenimizi kaybederiz; bir kez daha şahit oluruz ki taşı taş üstüne koyarak ümmetin gariplerine yardım eden şefkatli mürşitler tükenmiştir, düşenlerin elinden tutacak sabırlı bilgeler susmuştur, irbirlerine taş atanlar revaçtadır, tezgâhların hepsini hırçın çok bilmişler kapmıştır.

Yazımın başlığı, Çin atasözü diye meşhur olmuş bir cümlenin ilk yarısı. Böyle bir Çin atasözü yok. Ama bu sözün hakikatini talebeliğimden biliyorum; meslek icabı öğrendim. Hani fareler yarıştırılır labirentlerde ya… Onların sayesinde tez yazar akademisyen arkadaşlarımız, yeni unvanlar alırlar. Fareler kazandıklarını sanır ama kazanan onları yarıştıranlar olur.

Atasözü sandığınız şeyin devamı şudur: “…kazansan da fare kalırsın!”